Sayfalar

27 Kasım 2017 Pazartesi

Örgüt İçinde Birey ve Davranışları

        Örgüt İçinde Birey ve Davranışı

         Düşüncelerimiz, duygularımız ve çevremizdeki olaylara yaklaşımımız bizi diğer bireylerden farklı kılmaktadır. Hem örgütsel hem de bireysel düzeydeki bu öneminden kişilik kavramı, kişiliğin oluşumunu etkileyen faktörler ve kişiliğin temel boyutları gibi konulara değinilecektir.

            Kişilik Nedir? 

Bizi diğer insanlardan farklı kılan birçok özelliğe sahibiz. İşte bu özellikler bütününe kişilik diyoruz. Kişilik, bireyin belirgin, değişmeyen ve tutarlı olan özelliklerinin tümünü ifade eder. Diğer bir değişle kişilik duygu, düşünce ve davranışlardaki benzerlik ve ayrılıkları oluşturan birtakım özellikler bütünüdür.
 Her bireyin olaylar karşısındaki tutum ve davranışları birbirinden farklıdır. Hepimizin ortak biyolojik yapıları olmasına karşılık, birbirimize hiç benzemediğimiz gibi olaylar karşısındaki davranışlarımız da farklılık taşır. Birimizin hoşlandığı bir müzik türünden bir başkası hoşlanmadığı, birimizin sevdiği bir yemeği bir başkasının yemediği gibi düşüncelerimiz, duygularımız çevremizdeki olaylara yaklaşım tarzlarımız da farklılık taşır. İşte bu faktörlere bireysel ayrılıklar diyoruz ve genelde bunları kişilik kavramı altında toplanır.[1]
 Kişilik bireye özgü bir özelliktir. Kişilik bireyin bir sosyal göstergesidir. Yani, onun çevresindeki insanlar tarafından nasıl algılandığını gösterir (Hogan, 1991: 873-919). Böylece kişilik insanların neye benzediğini ifade eder (Coquitt, LePine ve Wesson 2011: 294)..
Kişiliği oluşturan üç temel nokta önem taşır.
Bunlar;
-         Benzersizlik veya kendine özgü oluş
-         Tutarlılık
-         Değişmezlik veya durağanlılık
Benzersizlik veya kendine özgü oluş,  bireyin davranış ve tutumlarının diğer insanlardan farklı oluşunu açıklar. Her birey değişik ve tektir. Bireylerin diğerlerinden ayrılan özelliklerinin birleşimi onun kişiliğini oluşturur.
Tutarlılık, farklı ortam ve durumlarda bile bireyin benzer bir biçimde hareket etmesidir.
Değişmezlik veya durağanlık, durumda tutarlı ve aynı biçimde ortaya çıkmakla birlikte, uzun dönemde durağan bir nitelik taşıması anlamına gelmektedir. Yani birey bu tutum ve davranışlarında düzenlilikler gösterir.


Örneğin; elbise seçiminde, yemek tercihlerinde farklılıklar olabilir, ancak bizi derinden etkileyen temel özelliklerimiz kolay değişmez. Tıpkı dağı oluşturan elementlerin değişmemesi gibi, bu konuda Eric Erikson ve Daniel Levinson bizim zamanla değiştiğimizi vurgulamaktaysalar da kişilik bize göre sıklıkla değişen bir kavram değildir.[2]
Kişiliğin Oluşumunu Etkileyen Faktörler
Kişiliğin oluşumunu etkileyen faktörleri saptamak çok zordur. Kişilik üzerine yapılan araştırmalarda eski bir tartışma bir bireyin kişiliğinin kalıtım mı yoksa çevrenin mi etkileşimi sonucu olduğu yolundadır? Ancak, genelde kişiliğin hem kalıtımsal hem çevresel etkenlerin bir etkileşimi veya sonucu olduğu görülmektedir (Robbins ve Judge, 2011: 135).
Özellikle ikizler üzerinde yapılan çalışmalarda, ayrı yetiştirilen tek yumurta ikizlerinin oldukça benzer niteliklere sahip olduğu saptanmıştır. Birbirinden 39 yıl önce ayrılmış ve birbirlerine 45 mil uzakta yetiştirilmiş ikizlerin aynı model ve aynı renk arabaları kullandıkları görülmüştür (Robbins ve Judge, 2011: 136). Bu ikizler aynı marka sigarayı içmekte, aynı ismi verdikleri köpekleri bulunmakta ve birbirlerine çok yakın benzer yerlerde tatil yapmaktadırlar
Kluckhohn ve Murray klasik açıklamalarında her bireyin genelde; Biyolojik, kültür ve sosyal üç temel faktörün bireyin kişiliğinde egemen olduğu sonucunu ortaya çıkarır.
Bunlardan birincisi diğer insanlarla benzer oluşumu tayin eden biyolojik faktörlerdir. Gerçekten insanoğlu diğer insanlara benzer bir gelişim süreci içinde doğar, büyür ve ölür. Ancak, belirli fiziksel treytlerimiz çevremize ne şekilde uyum sağlayacağımızı etkiler. Örneğin; bir stres hâlinde insan vücudu alarm, uyum ve tükenme gibi benzer tepkiler gösterir.
Kişiliğin gelişmesinde ikinci önemli faktör kültürdür. Bireysel olarak öğrendiğimiz birçok şeyde etrafımızdaki insanların büyük etkileri vardır. Ailemizi ve arkadaşlarımızı kişiliğimizi oluşturan en önemli gruplar arasında sayabiliriz. Güdüler, otorite, kabul gören davranışlarımız, doğru, yanlış kavramları kültürden kültüre farklı olmakla beraber bunları bize öğreten ve tanıtan bu ilk yakın çevremizdir.
Sosyal faktörler üçüncü önemli grup faktörler arasında yer alır. Buna bireysellik de diyebiliriz çünkü, gerçekten birey diğer insanlardan farklı biçimlerde davranışta bulunur. Çünkü her birey farklı bir çevrenin ürünüdür. Farklı eğitimden ve tecrübe birikimlerinden geçer. Örneğin; küçük yaşta ebeveynlerinden birini kaybeden bir çocuğun yaşadığı tecrübe yaşam boyu onun kişilik yapısını etkiler.
Kişiliğin Beş Temel Boyutu
Kişiliğin beş temel boyutunu aşağıda verilen maddeler oluşturmuştur.
-         Bilinçli ve sorumlu tip
-         Duygusal tutarlılık veya kararlılık
-         Deneyime açık olma veya açıklık
-         Uyumluluk
-         Dışa dönüklük
1. Bilinçli ve sorumlu tip
              Bu tipler yaşamlarında sorumlu, bağımlı, dikkatli, disiplinli kişiliği ifade etmektedir. Bazı araştırmacılar bu tip başarıya ulaşma yolunda istekli olan tip demiştir.
2. Duygusal tutarlılık veya kararlılık
Bu tip yaşamında güvenli sakin, endişeli olmayan özellikleri içerir

3. Deneyime açık olma veya açıklık
              Bu tip yeni tecrübelere ve yeni fikirlere açık oluşu ve bunlardan hoşlanmayı ifade eder. Genelde hassas, esnek, yaratıcı, rafine, hayalci, meraklı özellikleri içerir.
 4. Uyumluluk
Bunlar sakin, ılımlı, nazik, yardımsever, sempatik, bağışlayıcı bir kişilik tipidir. Bu boyutu düşük insanlar ise inatçı, yardımsever olmayan, hemen parlayan, diğer insanları rahatsız eden, şüpheci özellikler gösteririler.
5. Dışa dönüklük:
Yaşamlarında hep bir uyarılma bekleyen, başkaları ile birlikte olmaktan mutluluk duyan insanlardır. Konuşkan, sosyal, aktif, baskın (dominant), cesur, gözü pek özelliklere sahiptirler.
               Tablo 1 beş büyük kişilik boyutunu ve taşıdığı olumlu ve olumsuz özellikleri göstermektedir.

S
U
N
A
D
Sorumlu
Uyumlu
Nerotik
Açıklık
Dışadönük
• Güvenilir
• Nazik
• Sinirli
• Meraklı
• Konuşkan
• Organize
• İstekli
• Hassas
• Hayalci
• Sosyal
• İstekli
• Sempatik
• Güvensiz
• Yaratıcı
• İddiacı
• Çalışkan
• Yardımsever
• Kıskanç
• Karmaşık
• Cesur
• Azimli
• Kibar
• Değişken
• Rafine
• Baskın
• Sıcak

Karşıtı
Karşıtı
Karşıtı
Karşıtı
Karşıtı
• Dikkatsiz
• Eleştirel
• Sakin
•Meraklı olmayan
• Sessiz
• Gevşek
• Bencil
• Rahat
• Uyumlu
• Utangaç
• Yetersiz
• Kaba
• Güvenli
• Basit
• Saklı
• Tembel
• Soğuk
• İddiacı
• Geleneksel
• Çekingen
• Sorumsuz
• Katı, hissiz
• Mücadeleci
•Artistik olmayan
• Sıkılgan




[1] Carver ve Scheir, 1992  Örgüt İçinde Birey ve Kişilik
[2] Özkalp ve Kırel, 2011: 72-74. Örgüt İçinde Birey ve Kişilik

Sanayi Devriminin Etkileri

        SANAYİ DEVRİMİNİN ETKİLERİ
                        
18. yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılıda buharlı makinelerin icadı ve sanayiye uygulanması, küçük ölçekli atölye tipindeki işletmelerin yerini, önce makinelerle üretim yapan büyük atölyelerin, sonra da giderek artan ölçüde kitle üretim yapan fabrikaların alması sonucunu doğurmuştur. “Sanayi Devrimi” olarak anılan ve çeşitli icadlarla desteklenerek büyük üretim artışları sağlayan gelişmeler, yer almış olduğu ülkelerde konumuz olan işletme yönetimi yanında, tüm ekonomik ve toplumsal hayatı da etkilemiştir. Uzun bir süreç olarak ele alındığında, sanayi devriminin işletmelerde ve işletmelerin yönetim sorunları üzerinde önemli değişikliklere yol açtığı daha iyi görülebilir. Üretici ile tüketicinin karşılaşması imkanı azalmış, işçiler arasında usta-kalfa-çırak ilişkisi ortadan kalkmış ve işçi, dar bir çevrenin değil, geniş bir grubun üyesi olmuştur. Sendika kavramı ortaya çıkmıştır. Sermaye şirketlerinin gelişmesi ile beraber işletme sahipliği ve yöneticiliği birbirinden ayrılmıştır. Sanayi Devrimi’nin, çeşitli özellikleri ve belli başlı etkileri şöyle belirtilebilir:
  1. Buharın keşfiyle makine ile Pazar için üretim ekonomik hayata girmiştir.
  2. İşbölümü zorunluluk haline gelmiştir.
  3. Elişi yeteneğinin yerini, makine kullanarak üretim verimini arttırmak almıştır.
  4. Fabrikalarda çok kişinin çalışması, yönetim ve organizasyon sorunlarını ön plana çıkarmıştır.
  5. Ücret sistemleri ortaya çıkmıştır
Sanayi Devriminin Toplumsal ve Bilimsel Etkisi

Öncelikle Sanayi Devriminin tarihi sürecinden bahsetmek gerekirse, tanımsal olarak bu devrim; toprağa yani tarıma ve insan gücüne dayalı bir ekonomik yapıdan, makinelerin ve seri üretimin egemen olduğu bir ekonomik yapıya geçiştir. 1760-1840 yılları arasında İngiltere’de görülen ekonomik dönüşüm İngiltere’nin ardından gitgide bütün Avrupa ülkelerine yayılmıştır. 1800’lü yıllara tekabül eden bu zamanda ise insanlık tarihi açısından temel ve hızlı bir değişim söz konusudur
Sanayi Devrimi, bilimsel buluşlara dayalı teknolojik ilerlemeyle başlayıp sosyo-ekonomik ve kültürel değişim süreciyle devam eder ve bu dönem bilim ve teknolojinin gittikçe nasıl iç içe girdiğine tanıklık eder. Bu dönemde demir ve çelik temel maddedir. Kömür, buhar makinesi, elektrik, petrol, içten patlamalı motorlar mekanik güç olarak kullanılmaya başlamıştır. Dokuma tezgâhı da dönemin önemli icadıdır. Demiryolu, buharlı lokomotif, buharlı gemi, otomobil, telgraf aracılığıyla insan coğrafi uzaklığı yenmiştir. Sanayi Devrimine kadar coğrafi uzaklık insanoğlu için önemli bir sorun iken demiryolu hem uzaklık sorununu azaltmış hem de sosyal, ekonomik ve siyasi hayatı düzenleyici bir güç olarak döneme damgasını vurmuştur.1830’lardan başlayarak demiryolu dünyada hızla yayılmıştır. Demiryolları, deniz yollarına eklenerek ulaşımı ve taşımacılığı dünyanın en uç noktalarına götürmüştür. Bu örneklerde görüldüğü üzere Sanayi Devrimi’nin topluma her yönüyle köklü bir dönüşüm yaşatmıştır.
Sanayi Devrimi öncesinde tarım, hayvancılık ve zanaata dayalı üretim biçiminin dağınık bir yerleşim yapısı oluşturduğu görülürken, Sanayi Devrimi nüfusun merkezlerde, yani kentlerde toplanmasına yol açmıştır. Buna paralel olarak da nüfus hızla artmıştır. Böyle bir nüfus artışının dönem açısından iki önemli sonucundan söz edebiliriz ki: birincisi, çalışan iş gücünün artması ve buna bağlı olarak tüketici sayısının kendini katlamasıdır.
Sanayi Devriminin toplum yaşantısı üzerindeki bu tür etkilerine ilave olarak; seri üretim yapan makineler, üretimi önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak düzeyde ilerletmiştir. Ama bu makineleri çalıştıran işçilerin durumu aynı şekilde ilerlememiştir. İngiliz yazar Charles Dickens (1817-1870) romanlarında dönemin sefalet görüntülerini işlemiş, Emile Zola (1840- 1902) ise Fransa’daki yoksulluğu anlatmıştır.
Sanayileşme hareketi ve otomasyon, teknolojik gelişmeyi ve yapısal değişimleri sağlamakla birlikte, birçok toplumsal sorunu da beraberinde getirmiştir. Bu sorunlardan başlıcaları, üretim sürecinde “yabancılaşma”nın başlaması, usta- çırak ilişkilerinin giderek yerini işçi- işveren ilişkilerine bırakması, işçi- işveren ilişkilerinin yol açtığı birçok sosyal ve siyasal sorunlar, otomasyon sonucunda “mavi yakalı” işçilere oranla “beyaz yakalı” işçilerin sayısının artması ile işsizliğin artması, otomasyonun grevlerin ve sendikaların etkinliğini azaltması, ilkel istihdam koşulları, kentleşme olgusu ile gecekondu sorunlarının ortaya çıkması, beslenme sorunu, salgın hastalıklar, çevre kirliliğidir.
Sanayileşmeyle ortaya çıkan gelişmeler ister istemez toplumsal rahatsızlıklara da neden olmuştur. Bu toplumsal, sınıfsal çatışmalar ve gerginlikler yeni düşünceler ortaya çıkarmıştır. Bunların en önemlileri modern liberalizm ve sosyalizm düşünceleridir. Şu anlamda liberalizm düşüncesi açısından John Stuart Mill (1806-1873), pozitivizm düşüncesi açısından Auguste Comte (1798-1857) ve sosyalizm düşüncesi açısından Karl Marx (1818-1883) hem dönemlerini hem de yaşadıkları dönemi aşarak 20. yüzyılı etkilemiş düşünürlerdir. Bu dönem; sanayileşme, bilimsel devrimler ve demokrasi düşüncesiyle birlikte insanın ufkunun genişlediği bir dönemdir.
Tarıma dayalı geleneksel toplumda üretim evlerde, el tezgâhlarında yürütülürken, 1765 yılına gelindiğinde Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıkan yeni teknolojiler, yeni bir üretim ortamı ve yaşam biçimi doğurdu. Öyle ki; konut ve iş yeri birbirinden ayrıldı. Fabrikalardaki kitlesel üretim kentleşmeyi ve kent hayatını değiştirdi. Sanayi bölgeleri etrafında kurulan kentler, insan trafiğinin doğmasına yol açtı. Yaşama biçimi toplumun sosyolojik yapısında değişim ve dönüşümlere yol açtı. Aile, geniş aile tipinden çekirdek aileye dönüştü. İnsan hayatının bütün alanlarına fabrikada yürürlükte olan düzenleme tarzı sızdı. Eğitim kurumlarının düzeni de fabrika düzeninden etkilendi. Modern sanayi hayat tarzının musiki de bile yansımaları oldu. Solo musiki yanında, koro halinde icra olunan musiki tarzı gelişti.
Bu dönemde bilim alanında mikroskop, teleskop, barometre ve termometre gibi çeşitli araçlar icat edilmiştir. Ortaçağ boyunca felsefe, kimya, tıp, matematik ve teknoloji alanlarında Doğu toplumları Avrupa’dan daha ileriyken, Batı dünyasında yaşanan bu gelişmeler sayesinde 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da bilim ve teknoloji diğer toplumlardan daha çok ve daha hızlı bir şekilde gelişmeye başlamış ve çok daha fazla ilerlemiştir denebilir.

Endüstri Devriminin Çoçuklar Üzerine Etkisi

Endüstri Devriminin bu dönemdeki en korkunç yanı ço­cukların durumunda kendini gösterir. Fabrika sahipleri, ellerin­de bulunanlardan daha ucuza işçi sağlamak istedikleri zaman, devletçe korunmakta olan yoksul çocukları alarak, kendi fabri­kalarında sözde çırak olarak yetiştirmek üzere kullanıyorlardı. İşin daha vahşice olan yanı da şuydu: Bazen, resmî makamlar, bu yoksul çocuklar arasındaki akli dengesi bozuklardan kurtul­mak için, 20 normal çocuk alan işverenin 1 de böyle çocuk al­masını şart koşuyorlardı.
Sözde çırak olan bu zavallı çocuklar gerçekte tam bir köle hayatı yaşamaktaydılar. Yetersiz bir biçimde beslenip giydirilen bu çocuklar günde 16 saate kadar varan sürelerle çalıştırılıyor­lardı. Yattıkları yerler son derece pisti; aynı yataklarda nöbetle­şe yattıklarından bunların havalandırılmasına bile vakit kalmı­yordu. Bu işte, çocuklar arasında cinsiyet ayrımına da çoğu za­man bakılmıyordu.
Çoğunlukla 9 yaşından yukarı çocuklar çalıştırılıyordu, fakat 5 yaşında işe başlayanlar bile vardı. Kaçmaya teşebbüs eden veya başkaldırma eğilimi gösteren çocukların ayakları­na zincir vuruluyor ve zincirler yatarken bile çıkarılmıyor­du. Bu işlemlerin kadınlara ve kızlara da uygulandığı oluyordu.
İskoçya ve Lancashire bölgesine ait istatistikler, iplik eğir­me fabrikalarında çalışan işçilerin hemen hemen yarısının ço­cuk olduğunu göstermiştir. Yetişkin işçiler arasında da kadınlar çoğunluktaydı.

Endüstüri Devriminin Ekonomik Etkileri

Endüstrileşen ülkelerin, iç ekonomilerinde olduğu gibi, dış ilişkilerinde de köklü bir değişme ortaya çıkmıştır. Bu ülkeler ile eski tarım ülkeleri yeni bağlarla birbirlerine bağlanmışlardır.
Endüstrileşen ülkeler, tarım ülkelerinden aldıkları yiyecek ve hammaddelere karşılık olarak verdikleri malların üretimin­de uzmanlaşmışlardı. Artık gerek endüstrileşen ülkeler, gerek tarım ülkeleri için, ekonomik bakımdan kendine yeterli olma durumu sona ermişti.
Dünyada, daha önceleri görülen bağımsız ulusal ekonomi­ler yerine, bir tek büyük "dünya ekonomisi" ortaya çıkmıştı. Uluslar artık bu büyük ekonominin bağımlı parçaları durumu­na girmişlerdi. Bunun sonucunda, İngiltere‘de orta­ya çıkmış bulunan Endüstri Devrimi, etkilerini dünyanın en uzak köşelerinde bile göstermiştir.
Endüstrileşen ülkeler kendi varlıklarını sürdürebilmek için sömürgelere ve etkileri altında bulunduracakları pazarlara muhtaçtırlar. Modern anlamda "sömürgeci" ve "sömürge" ül­keler ayrımı da bu ihtiyacın sonucunda ortaya çıkmıştır.
Kesintisiz bir biçimde verimlilik artmıştır. 1801 – 1911 arasında nüfus % 1.26 lık artış göstermiş milli hasıla ise 145 katlık bir artış göstermiştir. Üretimde dünya ortalaması 1860 – 1913 yılları arasında 7 katlık bir artış göstermiştir.
Değişen üretim tarzları sonucunda işgücü makinaların hakimiyeti altına girmiş bir yandan da bu makinaların tedariki güçlenmiş, diğer yandan maliyetleri artmıştır. Emek-yoğun üretim tarzının  sermaye-yoğun üretim tarzı halini alması ile küçük sanayici ve ustalar ortadan kalkarak makine emrine giren işçiler olmuştur. Yeni makinelere sahip olabilen ise işçileri çalıştıran kapitalist haline dönmüştür. Bu dönüşüm ile ortaya çıkan işçi sınıfı sorunu günümüze kadar uzanmaktadır.
Kentler ve kasabalar arasındaki fark daha da keskinleşmiştir. Teknoloji ile birlikte sanayiciler kentlere yerleşmiş veya yeni kentler kurmuşlardır.
Sanayi Devirimi ile para-bankacılık konusuyla birlikte ticaret hacminde de genişlemeler olmuştur.  Mal arzına giderek daha fazla önem veriliyor ve sonuçta sanayi devrimi diye adlandırdığımız o temel teknolojik hamleyi gerekli kılıyordu ve bu devrim akabinde, ister yatırım payı, istihdam edilenlerin sayısı, katma değer veya ister gelir payında olsun kapitalizmin sinai vechecelerin egemenliğine yol açtı
Yeniçağda altın ve gümüşün para olarak kullanılmasının yarattığı bazı sakıncalar ve kıymetli madenlerin azlığı dolayısıyla hızla gelişme gösteren ticari faaliyetlere cevap verememeleri zamanla temsili para olan banknotun ortaya çıkmasına neden oldu.



      KAYNAKÇA
1-       ÖZDEMİR Ş. “Sanayi Devriminin Bilim Tarihi Üzerine Etkisi”
2-       AKTAN C. ve TUNÇ M, "Bilgi Toplumu ve Türkiye", Yeni Türkiye Dergisi, Ocak-Şubat 1998. s.118-134.
3-      KÜÇÜKKALAY M. “Endüstri Devriminin Ekonomik Sonuçlarının Analizi” Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Dergisi 1997, s:51-68
4-      Prof.Dr.İsmet Mucuk, Modern İşletmecilik
5-      Endüstri Devrimi Sonuçları https://sosyolojik.wordpress.com/2009/05/07/endstri-devrimi-sonulari/


21 Kasım 2017 Salı

İlk Çağ ve Orta Çağ Yönetimi

İLK ÇAĞDA VE ORTA ÇAĞDA YÖNETİM
                                                                                  
1.İlk Çağda Yönetim

       Bu dönem M.Ö. 3500 de yazının bulunması ile başlamıştır. Çağın kapanması ise 476 da Batı Roma’nın yıkılması ile olmuştur. Bazı tarihçilere göre bu dönemin kapanması 375 yılındaki Kavimler Göçü olarak kabul edilir. Bu dönemde oldukça önemli gelişmeler vardır.
       İlk Çağ’da yazı dünyanın büyük bir bölümüne yayılmıştır. Tüm insanlığı ileriki zamanlarda oldukça etkileyecek alfabe, para, takvim gibi buluşlar yapılmıştır. Bu çağda ilk defa imparatorluklar kurulmuş ve büyük devletler ortaya çıkmıştır.
       Roma İmparatorluğu ve Çin Hanedanı bu dönemin en geniş devletleri sayılmaktadır. Bu dönemde kölecilik çok yaygın bir hale gelmiştir. Tek tanrılı dinler ortaya çıksa bile yaygın olan dinler çok tanrılı dinlerdi. Ancak Musevilik ve Hıristiyanlık bu çağda ortaya çıkmıştır.
        Daniel A. Wren organizasyon ve yönetim düşüncesinin başlangıcını İlk Çağ’da M.Ö. 5000’li yıllara kadar götürmektedir. Sümerliler o dönemde hem ticari ilişkilerinde hem de devlet yönetiminde geçerli olan ilkeler ve kayıtlara sahip bulunmaktaydılar. Sümerliler şehir devletleri şeklinde yönetilmiştir (Ur, Uruk, Kiş ve Lagaş). Bu şehir devletlerinin başında Patesi adı verilen krallar bulunurdu. Patesiler devlet yönetiminde hem dini hem siyasi güce sahiplerdi. Devlet yönetimi sonucunda ugrakini adını verdikleri yazılı kanunları oluşturdular. Devlet yönetimi çok tanrılı dinlere inanmışlardır.
              M.Ö. 4000 – 2000‘li yıllar arasında Mısır Medeniyetindeki piramitler ilk çağda yönetimden başka bir şey değildi. Bu piramitlerde sürekli görev yapan çalışanlar ve yöneticiler mevcuttu. Mısırlılar bugün modern yönetimin önemli bir aracı olan ileriye dönük tahmin ve planlama konusunda da çalışmalar yapıyorlardı.
       İbraniler ve Babiller’in yönetim alanındaki düşünce ve uygulamaları da önem taşımaktadır. Babiller bugünkü anlamda sözleşme hukukunun ilk müjdecileri olarak kabul edilirler. Ticari ilişkilerinde sözleşmenin varlığı dikkat çekmektedir.       Babilliler mutlak krallıklar şeklinde yönetilmiştir. Kralları rahip-kral şeklinde kutsal saymışlardır. Babilliler’in yönetimi sonucunda Hammurabi kanunları ortaya çıkmıştır.
Yine ilk çağda Eski Yunan Felsefesi, bugün sadece yönetim alanında değil ekonomi, sosyoloji, siyaset gibi pek çok sosyal bilim alanında temel olarak kabul edilir. Sokrates, Eflatun, Aristo gibi düşünürlerin eserleri yönetim felsefesinin temellerini oluşturur. Bu isimlerin eserleri çalışma ahlakı ve yönetim ahlakı konusunda ilk eserler olarak kabul edilmektedir. Bu filozoflar sadece devlet yönetimi ile değil tüm organizasyonlarda yönetim konusunda ilgilenmişlerdir.
İlk Çağ Roma İmparatorluğu döneminde organizasyon ve yönetim alanında da gelişmeler olmuştur. Bu dönemde küçük çapta bazı imalathanelerin bu imalathaneler silah, çanak, çömlek, tekstil fabrikaların varlığı dikkat çekmiştir.
       İlkçağ medeniyetlerinin en önemlilerinden olan Çin uygarlık ve medeniyeti; Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasına kadar, sülalelerin (Hanedanlık) yönetimde söz sahibi olmasıyla yönetilmiştir. Hanedanlığın yönetiminde Çin Uygarlığı insanlığın en önemli keşiflerinden olan, kâğıt, pusula, barut ve matbaayı yönetimin desteğiyle bulmuşlardır.
       Hint Uygarlığı ve Hint Medeniyetinin temellerinin atıldığı coğrafya (Hint Yarımadası); Hinduizm, Budizm, Jainizm ve Sihizmin gibi dünyanın en önemli dinlerinin doğum yeridir. Hint Medeniyetinde yönetim kast sistemine göre düzenlenmiştir. Kast sistemi yönetiminde insanlar brahmanlar, kshatriyalar, vaişyalar, şudralar şeklinde dört sınıfa ayrılmıştır ve sınıflar arası geçiş hakkı tanınmamıştır.
      İlk Çağ dönemin filozoflarına da ev sahipliği yapmıştır. Dünya tarihine yön vermiş devletlerde yaşayan bilginler de bulundukları hayat şartlarına göre birbirlerinden farklı düşünceler üreterek insanlığa hizmet etmeyi amaçlamışlardır
       İlk Çağ düşünürlerinden Sokrates’ in ideal devlet yönetim felsefesinin özünü “İnsanların koyduğu kanunlara, tanrıların kanunlarından daha çok değer vermek “ oluşturmaktadır. Sokrates Grek devletleri döneminde yaşamıştır. Bu dönemde kendisini tanrılaştıran krallar insanları yönetmiştir. Sokrates devlet yönetiminde insanların koyduğu kanunların etkili olması gerektiğini savunmuştur.
Eflatun’a göre devlet içerisinde meydana gelen bozulmalarının kaynağı soysuzlaşmadır. Eflatun aristokrasiyi yani seçkinler zümresinin toplumu yönetmesi gerektiğini savunur. Eflatun’un ideal devlet düzeninde üç sınıf vardır. Bunlar: İşçi çiftçi, ve sanatkarların oluşturduğu sınıf, askerlerin oluşturduğu sınıf, en üst mevki idarecilerin oluşturduğu sınıftır. Bu sınıflar arasındaki geçiş de belirli şartlara sahiptir.
       Aristo’nun köleliği savunan bir felsefesi vardır. Ona göre kölelik normal bir durumdur. Aristo kölelerin insan ve hayvan arasındaki bir mal olarak görülmesini savunarak diğer felsefecilerden ayrılır. Aristo’ya göre üç tür iyi devlet yönetim şekli vardır. Bunlar; tek kişinin yönetimi monarşi, erdemli azınlığın yönetimi aristokrasi, çoğunluğun yönetime hâkim olduğu politeia. Aristo’nun adaletinde eşitlik yoktur, çünkü insanlar toplumda eşit değildir. Bu durum yönetimleri de etkilemektedir.

       2.Orta Çağda Yönetim

       Orta Çağ Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkıldığı 476'da başlar, Bizans'ın yıkıldığı 1453'te sona erer. Orta çağ yönetiminde Batı uygarlığı gerilemeye başlamış, Avrupa barbar kavimlerin istilasına uğramıştır. Orta Çağ’da batı uygarlıklarında yönetim parlak değilken doğu uygarlıkları yönetim  konusunda en parlak dönemini yaşamıştır
       Orta Çağ kavramı tarihte ilk defa Rönesans düşünürleri tarafından geliştirildi. Bunlar kendi dönemlerini, Roma İmparatorluğunda yaşanan parlaklık ve "yeniden doğuş" dönemleri arasında bir geçiş dönemi olarak görmektedirler. Roma'da yaşanan uygarlığın kendi dönemlerinde yeniden canlandığını görüyorlardı. Roma İmparatorluğu ile, kendi dönemlerine kadar geçen karanlık dönem için bu tabiri kullandılar.
       Orta Çağ içerisinde de organizasyonlar ve yönetim felsefesi alanında önemli gelişmeler yaşandığı görülebilir. Orta Çağ’da gerek doğuda gerekse batıda gelişmeler organizasyon ve yönetim kademesinde hem yapısal değişmeleri hızlandırmış ve zaman içerisinde değişikliklere neden olmuştur.
       Orta Çağ’da Avrupa’da barbar kralların yönettiği, halkın devlete sadakatinin söz konusu olmadığı bir toplum yapısı ve zamanla azalan etkisine rağmen temel güç ve düzen kaynağının kilise olduğu bir ortam bulunuyordu.
       Orta Çağ’da Avrupa Feodalite ile yönetilmekteydi. Feodalite, Orta Çağ Avrupa tarihinde görülen siyasi bir yönetim biçiminin adıdır .Feodalite, Hun Türklerinin 375 tarihinde başlattığı kavimler göçünden sonra ortaya çıkmıştır. Hunların önünden kaçan barbar kavimler, Roma İmparatorluğunun 395 tarihinde doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasına sebep oldu. Batı Roma bu kavimler göçünün sonucunda yıkıldı. Batı Roma topraklarında kurulan barbar krallıkları sosyal düzeni sağlayamadılar. Halkın mal ve can güvenliğini sağlayamadılar. Bu ortamda halk mal ve canını korumak için yerel güçlerin etraflarında toplanmaya başladı. Bu yerel güçlere Senyör denilirdi. IX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da Macarlar ve Normanların saldırılarına karşı Senyörler hırıstiyanlığın koruyucusu olarak ortaya çıktılar. Kilisenin desteğini kazandılar. Feodalitede, koruma altına girene “Vasal” korumayı kabul eden Senyöre “Süzeren” denirdi. Vasal ve Süzeren ilişkisi İncil üzerine yemin edilerek kurulurdu. Senyörler etrafı sağlam surlarla çevrili Şatolarda otururlardı. Krallar top icat edilene kadar şatoları ele geçiremedikleri için Feodaliteye son veremediler. Orta Çağ Feodalite yönetiminde halk sınıflara ayrılmıştır. Bunlar; asiller, rahipler, burjuvalar, kölelerdir. Bu yönetim şekliyle sosyal sınıflar arasında eşitlik yoktur.
       Orta çağda batıda düşünce özgürlüğü diye bir şey yoktu, insanların hayatlarına kilise ve din adamları hüküm sürmekteydi. Kilise baskısı en ciddi seviyelerde uygulanmış, ilerici ve yenilikçi en ufak bir fikir ise bastırılmış ve/veya cezalandırılmıştı. Bu yüzden de yönetimde ilerleme pek olmamıştır.
       Batı Avrupa Orta Çağ’ın ilk dönemlerinde gelişmişlik açısından Bizans ve İslam dünyası ile rekabet edebilecek durumda değildi. Siyasal kültürün Ortodoks Hıristiyanlık ve Yunan-Roma gelenekleri etrafında şekillendiği ve Konstantinopolis’i Hıristiyanlığın yeni başkenti olarak gören Bizans, kendini İslam halifeliğiyle birlikte dünyanın iki büyük gücünden biri olarak tanımlıyordu. Genel anlamda din Bizans’taki sivil, askeri, siyasal ve yönetimsel yaşama hâkim olan temel olguydu. Savaş ve diplomasi de din eksenli yürütülüyordu.
       Orta Çağ’da doğuda egemenlik yönetimsel alanda geniş bir coğrafyaya yayılmasından dolayı İslam dünyasındaydı. Yalnız çoğrafi açıdan değil entelektüel ve her türlü alanda doğu, batıya göre ileri seviyedeydi. Orta Çağ’da doğu, batıyla benzer şekilde din eksenli yönetilmekteydi. Bu dönemde İslam medeniyeti geniş bir coğrafyaya yayılmasının yanı sıra, entelektüel açıdan da insanlığa önemli katkılar yapmıştır. İbn-i Sina (Avicenna), İbn-i Rüşd (Averroes), İbn-i Tufeyl (Abentofail) gibi bilim adamlarının bu dönemdeki önemli çalışmalarının Orta Çağ Avrupası’nın bilimsel uyanışına yaptıkları katkılar, kuşkusuz daha kapsamlı çalışmaların konusu olmuştur.



      KAYNAKÇA
1-      ÇOŞKUN A. Değişim Çağında Yönetim, İstanbul: Sistem Yayıncılık, 2004
2-      ÇOŞKUN A. Değişim ve Yeni Global Yönetim, İstanbul: MESS Yayınları, 1999.
3-      TEKİN S. ve SİPAHİ E. Kent, Yönetim, Siyaset, ve Düşünce Ortamında Orta Çağ Avrupasına İlişkin Genel Bir Değerlendirme, Tarih Okulu Dergisi, ss. 189- 219, 2014.
4-      AKBİLMEZ A. Orta Çağ Avrupa Tarihi
5-      Parodram.blogspot.com.tr/2017/02/ilkçag-bilginlerine-gore-en-iyi-devlet.html



Feodalite Nedir? Ortaya Çıkışı ve Yıkılışı

Feodalite nedir - Feodalitenin Ortaya Çıkışı ve Yıkılışı
                        Ortaçağ ve Atilla Hun Devleti
         Sanayi Devriminin Osmanlı Devletine Etkisi
                                                                                 

Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra barbar kavimler, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde devletler kurdular. Krallar, Roma kanunları ile kendi geleneklerini birleştirerek yeni düzenlemeler yaptılar ve ülkelerini kontluklara, onları da daha küçük idari birimlere ayırdılar. Buralara barbar şeflerini atayarak bazı ayrıcalıklar verdiler.
Kavimler Göçü’yle başlayan karışıklıkların etkisiyle büyük toprak sahipleri ve çiftçiler, hayatlarını devam ettirebilmek için güçlü kişilerin koruması altına girdiler. Halkın himayesi altına girdiği kişilere süzeren, himaye edilen halka da vassal adı verildi. Senyörler, bağlılıkları karşılığında sahip oldukları toprağın işleme hakkını kira karşılığında verdiler.
Feodalitenin temel özelliği siyasi bölünmüşlük ve sosyal eşitsizliktir. Senyörler, topraklarında yaşayan insanların üzerinde mutlak haklara sahiptirler. Her senyör, ayrı bir silahlı güce sahiptir ve her senyörün bölgesinde ayrı kurallar geçerlidir.
Feodalite, bütün Ortaçağ boyunca devam etti. 15. yüzyılda; barutun ateşli silahlarda kullanılmasıyla sona erdi. Feodalitenin yıkılması, mutlak krallıkların güçlenmesini sağladı. Yeniçağ başında Almanya dışında feodalite yıkıldı. Almanya’da ise Yakınçağ’da ortadan kalktı. Feodalite devam ettiği süre içerisinde Avrupa’da sosyal adalet kurulmamış, bu nedenle halk, çeşitli sınıflara ayrılmıştır: Bunlar asiller, rahipler, burjuvalar, köylülerdir. 

Feodalite
Siyasal ve askeri gücü elinde bulunduran, toprağın mülkiyetine veya imtiyazına sahip olan bir senyörler (derebeyler) sınıfı ile bu sınıfa bağımlı köleler sınıfının oluşturduğu idari düzene feodalite denir.
      Feodalite rejimin kurulmasından sonra Avrupa’da siyasal birlik bozulmuş, küçük yönetim birimleri ortaya çıkmıştır. Derebeylik yönetimi, IX. yüzyılda Fransa’dan bütün Avrupa’ya yayılmış ve bütün Orta Çağ boyunca devam etmiştir.
      Feodalite rejiminde, halk arasında eşitlik yoktu. Avrupa’da halk; soylular, rahipler, burjuvalar ve köylüler diye sınıflara ayrılmıştır. Bu nedenle Orta Çağ’da Avrupa’da sosyal adalet sağlanamamıştır.
      Toprakların mülkiyeti soyluların elinde toplanmıştır. Orta Çağ’da kapalı bir ekonomik politika izlendiği için halk sermaye birikimine sahip olamamıştır.

      Ortaya Çıkışı

       Fetihler boyunca Roma İmparatorluğu yeni vergi kaynakları yaratıyor ve savaşlardan gelen yağma gelirleriyle besleniyordu. Ancak, fetihlerin durması ve savaşların kısır savunma savaşlarına dönmesinin ardından Roma maliyesi zor duruma düştü. Bunu dengelemek amacıyla, vergilerin artırılması yoluna gidilmiştir. Vergilerin artırılması köylüyü zor durumda bırakıp alım gücünü azalttığı gibi, köyden kente göçü de tetiklemiştir. Bu durum ilk etkilerini ticaret üzerinde göstermiştir. Köylünün alım gücünün azalması köy-kent ticaretini zayıflatmış, kentli zanaatkârlar pazar bulmakta zorlandıklarından iflasa sürüklenmiş, kentle ticaret yapamayanlar zor duruma düşmüştür. Bu, Roma dönemindeki ekonomik düzeni yok edecek bir kısır döngüdür.
Buna ek olarak, kent-köy ticaretinin azalması, latifundiaları (köle emeği kullanan işletmeler) kendi ihtiyaçlarını karşılamaya itti. Daha önce kentten aldıkları malları, aynı kalitede olmasa bile, üretmeye başladılar. Bu durum, pazara dönük üretimi durdurduğu gibi ekonomik bütünlüğü yok ederek yerelliğe yol açtı.
Feodal düzenin siyasi yapısı bir piramit gibidir. En üstte kral (veya imparator), altında ise kendisine bağlı soylular bulunur. Bu soyluların altında daha başka soylular olur. Bu hiyerarşik düzenin en alt ve en geniş tabakasını serfler oluşturur.
Piramidin en tepesinde otursa da kralın mutlak egemenliği yoktur. Feodal düzende kralın yetkisi çok sınırlıdır. Bu sınırlamanın başlıca nedeni, idarenin tek merkezden (kralın sarayından) yapılmamasıdır. Temel üretim aracı olan toprak, birçok feodal bey arasında paylaştırılmıştır. Ekonomik gücü ellerinde bulunduran ve kralın rakiplerine karşı tek dayanağı olan feodal beyler, kendi iradelerini krala, gerekirse zor kullanarak kabul ettirecek güce sahiptir. Bunun en tipik örneği, 1215′te İngiliz feodalitesinin kral Yurtsuz John’a kabul ettirdiği Magna Carta’dır. 

Yıkılışı

Feodalizm, Avrupa’daki ekonomik dengelerin değişmesiyle yıkılmıştır. Avrupa’da 10. yüzyıl sonrasında yavaş yavaş güçlenmekte olan ticaret, feodal düzeni kıracak dinamik olmuştur. Buna rağmen feodalizmin fiilen ortadan kalkması uzun zaman almış, son kalıntıları ancak Sanayi Devrimi ile yok olmuştur.
Feodal beylerin ekonomik güç üzerindeki hâkimiyeti kalkınca, krallar feodal beyler karşısında güçlü duruma geçti. Artık Avrupalı krallar, ticaret vergileri ile merkeze bağlı bir ordu kurabilecek ve feodal beyleri daha sıkı denetleyebilecekti. Fakat feodal beylerin şatolarının alınması imkânsız yerler olarak kalması kralların mutlakiyetçi yönetimi kurmasını geçici olarak engellemiştir.
Mutlak krallıkların ortaya çıkması ancak ateşli silahların savaş alanlarında kullanılmasından sonra olacaktır. İlk kez 1389 Kosova Savaşı’nda kullanılan topun kaleleri ele geçirmek için mükemmel bir silah olduğu İstanbul’un fethinin ardından anlaşıldı. Top sayesinde kalelerin arkasında saklanma avantajını yitiren feodal beyler krala bağlanmak zorunda kaldı. Böylece feodalite siyasi örgütlenmedeki yerini güçlü ve mutlakiyetçi monarşilere bıraktı.