KÜRESELLEŞME, KÜRESELLEŞME SÜRECİ,
KÜRESEL KRİZ, KÜRESEL AĞLAR, ULUSAL, KÜLTÜREL MESAFE, GEÇ SANAYİLEŞME,
BÜROPATOLOJİ
1.Küreselleşme
Yeni bir sözcük olmasına rağmen eski bir
süreci tarif eden (Ellwood, 2002:13) ve dünyanın değişim sürecinin
açıklanmasında kullanılan anahtar kavram olan ‘küreselleşme’ konusunda
literatür açısından zenginliğine ve akademik çevrelerce ilgisine rağmen ortak
bir tanım söz konusu değildir. Küreselleşme üzerine tam ve net bir tanım vermek
kolay olmasa da mal, hizmet ve sermayenin artan hareketliliği sonucunda sınır
ötesi karşılıklı ekonomik bütünleşme ve ulusal ekonomilerin dünya piyasalarına
dahil olma sürecinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan toplum ve devletlerarasındaki
iletişimin ve etkileşimin artması ve karşılıklı bağımlı hale gelinmesi olarak
ifade edilebilir
Küreselleşme, pek çok araştırmacı
tarafından ekonomik bir kavram olarak görülmektedir. Ancak küreselleşmeyi
sadece ekonomik bir temelden görmek anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Çünkü
küreselleşmenin sadece ekonomik bir süreç olmadığı, bu sürecin sosyal, kültürel
ve politik yönleri de önem taşıdığı görülmektedir.
1.1.Küreselleşmenin Kısaca Tarihçesi
Küreselleşme, yeni bir olgu değildir.
Küreselleşmenin tarihi farklı coğrafyalarda yaşayan insan toplulukları
arasındaki ilişkilerin tesis edildiği zamana kadar uzanmaktadır.
Bununla beraber, bugün sahip olduğu anlam
itibariyle, küreselleşmenin üç evreden geçerek günümüzdeki halini aldığı
söylenebilir. Bu evreler şu şekilde sıralanabilir: 19. yüzyılın sonlarından
1914’lere kadar olan dönem, 1914’lerden 1945-50’lere kadar olan dönem ve
1945-50 sonrası dönem.
19. yüzyılın sonlarından 1914’lere kadar
geçen dönemde, küreselleşmenin, özellikle iktisadi anlamda, oldukça ileri bir
seviyede olduğu görülmektedir. Bu dönemde, uluslararası ticaretin önündeki
engel ve tarifeler yok denecek seviyelere gerilemiş, ulaşım maliyetleri ve
uluslararası alanda kişilerin serbest dolaşımı önündeki kısıtlamalar en düşük
seviyelere inmiştir.
Küreselleşme lehinde gelişen bu hava,
1914’lerden 1945-50’lere kadar süren evre içerisinde ise tersine dönmüştür. I.
Dünya Savaşı ile başlayan, Büyük Bunalım ile devam eden ve II. Dünya Savaşı’nın
bitmesi ile sona eren bu dönem, küreselleşme dinamiklerinin ciddi bir biçimde
sekteye uğradığı bir dönemdir. Siyasi anlamda aşırı milliyetçilik, iktisadi anlamda
korumacılık ve kendi kendine yeterlilik türündeki eğilimler bu dönemin tipik
özellikleridir.
1945-50 sonrası dönemde ve özellikle 1980
sonrasında ise küreselleşme büyük bir ivme kazanarak benzeri görülmemiş bir
seviyeye ulaşmıştır. Bu durumun türlü nedenleri mevcuttur. Ekonomik anlamda,
uluslararası ticaret hacmi ve uluslararası sermaye akımlarının hızı daha
önceden eşi görülmemiş seviyelere erişmiş, küresel üretim süreçleri büyük bir
dönüşüm yaşamıştır. Ayrıca, teknolojik anlamda, bu dönemde, yerkürenin hemen
her kesimini etkisi altına alan bir iletişim devrimi yaşanmıştır.
1.2.Küreselleşmenin Süreçleri
1.2.1.Küreselleşmenin Ekonomik Süreci
Birçok düşünürün şıkça belirttiği görüşe
göre küreselleşme gücünü ve hâkimiyetini ekonominin işleyişinden yani ekonomik
yasalardan aldığı yönündedir. Bu düşünceye göre küreselleşmenin birinci süreci
ekonomiktir. (Sağlam,2007: 7)
Ekonomik küreselleşme, genel anlamda
dünyanın tek bir pazarda bütünleşmesini ifade eder. Bir başka deyişle ekonomik
küreselleşme, ülkeler arasında mal, sermaye ve emek akışkanlığının artması
sonucu ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesi, dünya ölçeğinde
karşılıklı etkileşimlerin yoğunlaşması ve yaygınlaşması olarak ifade
edilmektedir. (Fischer,2003:2)
Ekonomik küreselleşme sürecinde yaşanan en
önemli gelişmelerden biri, yoğunlaşan ticari faaliyetler nedeniyle ülkelerarası
karşılıklı bağımlılığın, işbirliğinin ve benzerliğin artmasıdır. Ticaret
bağlantıları arttıkça da ulusal ilişkiler değişmekte, uluslararası tercihler
gelişmekte, yaygınlaşmakta hatta mecburiyete dönüşmektedir.(Aslan,2005:13)
1.2.2.Küreselleşmenin Siyasal Süreci
Siyasi küreselleşme, esas itibariyle,
günümüz dünyasında siyasi güç, otorite ve yönetim biçimlerindeki yapısal
dönüşüm olarak tanımlanabilir. Günümüzde, nüfuz alanını tüm dünya olarak kabul
eden “küresel siyaset” anlayışının giderek güçlendiği görülmektedir. Bu durum,
geleneksel siyaset anlayışından farklı bir yapıyı yansıtmakta, küreselleşmenin
çok aktörlü yapısına işaret etmektedir. Bir başka deyişle, “küresel siyaset”,
söz konusu yapının dört temel aktörü olan ulus devlet, devletler üstü kurumlar,
yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının karşılıklı etkileşimi sonucunda
şekillenmektedir. Ulus devlet, bu süreçte temel birim olarak faaliyet
göstermeye devam etmekte, ancak yetki ve manevra alanları belirli ölçülerde
kısıtlanmaktadır
1.2.3.Küreselleşmenin Teknolojik ve İletişimsel Süreci
Çağdaş küreselleşmenin en önemli
tetikleyicilerinden biri de özellikle son dönemde artan bir hızla gelişen
iletişim devrimine ilişkindir. Literatürde, “üçüncü sanayi devrimi” olarak da
adlandırılan bu devrimin özellikleri arasında veri iletiminde mikroişlemciden
ve uydu teknolojilerinden faydalanılması, bilginin saklanması, depolanması,
işlenmesi ve iletilmesinde dijital ortamlardan yararlanılması ve iletişim
araçlarının üretim ve kullanım maliyetlerindeki radikal düşüş seyri
sıralanabilir.
1.2.4.Küreselleşmenin Kültürel Süreci
Küreselleşmenin kültürel yönü, toplumların
karşılıklı iletişim ve etkileşiminin sürekli olarak artması ile açıklanabilir.
Bunun yanında, yurttaşlık kimliği gibi genel kimlik yapılarının yerini farklı
etnik, dinsel, sosyal ve siyasal kimlikler almaya başlamıştır. Bunun yanında
tüketim ve popüler kültür gibi etkenlerle de toplumların birbirine benzeme
süreci söz konusudur. Dünyanın hemen her yerinde ABD bayrağı taşıyan
T-shirtler, İngilizcenin küresel dil hale gelmesi, aynı müziklerin dinlenmesi
gibi olgular, kültürel açından bir küreselleşmenin yaşandığını da
göstermektedir. (Köse,2003:3-4),(Sağlam,2007:8-9) İşte bu ve benzeri koşullar
küreselleşmenin toplumsal ve kültürel anlamda da kendisini göstermeye
başladığının kanıtıdır.
2.Küresel Kriz
Kriz; genel olarak herhangi bir mal,
hizmet, üretim faktörü veya finans piyasasındaki fiyat ve miktarlarda kabul
edilebilir bir değişme sınırının ötesinde gerçekleşen şiddetli dalgalanmaları
ifade etmektedir. (Kibritçioğlu, 2001:1). Ekonomik anlamda kriz, mevcut makro
dengeleri bozarak ekonominin mikro birimlerinde zararlara neden olan bir
olaydır. (Aktan ve Şen, 2002:3). Ekonomik kriz, birçok
nedenleri olabilen karmaşık bir olgudur. Krizin olası nedenlerinin arasında
piyasanın kötü işlemesinin dışında fazla iyi işlemesi gibi aksaklıklara bağlı
olmayan sorunlar da söz konusu olabilmektedir (Akman, 2010:185).
2.1.2008 Küresel Ekonomik Kriz
Birçok ekonomiste göre, 1929’larda yaşanan
Büyük Buhrandan beri görülmüş en kötü finansal krizdir. Bu kriz yüzünden, çok
önemli iş kolları batmış, tüketicilerin serveti trilyonlarca dolar azalmış,
hükümetler büyük taahhütlere girmişler ve ekonomik faaliyet önemli ölçüde
azalmıştır (Baily ve Elliott, 2009).
2008 yılında başlayıp tüm dünyayı etkisi
altına alan ekonomik kriz, başlangıçta finans sektöründe görülse de yılın
sonunda reel kesime de yansımıştır. ABD’de yaşanan kriz başta AB ülkeleri olmak
üzere ABD ile ilişkisi olan tüm dünya ülkelerini etkilemiş, bunun sonucu olarak
büyük şirketler özellikle de bankacılık ve finans kuruluşları art arda zarar
etmişlerdir. Bundan dolayı işsizlik artmış ve halkın alım gücü düşmüştür.
Krizden önce yıllar boyu, düşük faiz
oranları ve büyük miktarda yabancı fon girişi kredi koşullarını
kolaylaştırmıştı. Bu nedenle, konut inşaatında büyük bir artış meydana gelmiş
ve borca dayalı tüketim teşvik edilmişti.
2006 yılı sonlarında ABD’de başlayan haciz
salgını, tüketicilerin servetlerini emerek bankaların finansal güçlerini
sarsmaya halen devam etmektedir. Kriz başlangıçta sistemik bir bankacılık krizi
olarak görüldüğünden dolayı hafife alınmış ve bankacılık sektörüne yönelik
alınacak önlemler ile sorunun aşılacağı düşünülmüştür. Ancak 2009 yılına
girilirken, krizin konut piyasasından diğer sektörlere de sıçramasıyla, krizin
bankacılık krizi ile sınırlı olmadığı, tıpkı 1929 krizi gibi finansal krizin
talep krizine dönüştüğü görüldü (Balı ve Büyükşalvarcı, 2011:199).
3.Küresel Ağlar
Ülkelerin sosyal, siyasi ve ekonomik
bakımdan entegrasyonunu ifade eden küreselleşme paradigması, iletişim, taşıma
ve ulaştırma teknolojilerindeki hızlı gelişmelerin de etkisiyle, küresel iş
ortamını dinamik bir yapıda sürekli dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, 1960’lı
yıllarla birlikte geleneksel işletmecilik anlayışını da değiştirmeye
başlamıştır. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerdeki işletmelerin
karşılıklı iş ilişkileri sayesinde yakınlaştıran bu süreçte, özellikle
1980’lerden sonra artan çok uluslu işletme faaliyetleri belirleyici olmaktadır.
2000’li yıllara gelindiğinde ise, çok sayıda mal ve hizmetin, üretiminden
tüketime ve geri dönüşümüne kadar tüm aşamalarının, farklı ülke ve
piyasalardaki işletmelerin değişen oranlarda katkılarıyla biçimlendiği
görülmektedir (Ashkenas vd., 2002; Mcdonald ve Burton, 2002; Louisot ve
Ketcham, 2014).
1980’lerin ortalarında, bazı gelişmiş
ülkelerdeki geniş üretim kapasitelerine ve etkin yönetim yapılarına sahip büyük
işletmeler, üretim süreçlerinin özellikle emek yoğun aşamalarını, ucuz iş
gücüne sahip diğer bölge ülkelerindeki yerel işletmelere taşıyarak ‘bölgesel’
tedarik ağlarını oluşturmuşlardır. Bu bölgesel yapı, 1990’larla birlikte
küresel bir eğilime dönüşmüştür. Böylece küresel piyasalarda yer alan bir mal
ya da hizmetin çok sayıda ülkedeki işletmeler tarafından üretilmesi ve bu
işletmelerin, üretim süreçlerinin farklı aşamalarında faaliyet göstermesi
biçiminde yeni bir dönüşüm yaşanmıştır.
4.Kültürel Mesafe
Köken ülke ve ev sahibi ülke arasındaki
kültürel mesafe Uluslararası Ortak Girişimlerde ve ana işletmeler arasındaki
bütünleşme türünü tanımlamakta ve Uluslararası Ortak Girişimlerde benimsenen
kontrol stratejilerini etkileyebilmektedir. Padmanabbahan ve Cho (1999)’nün
toplumsal kültürün çokuluslu işletmelerin pazara giriş stratejileri ve mülkiyet
yapıları üzerindeki etkilerini inceledikleri çalışmalarında, kültürel mesafenin
fazla olduğu koşullarda, daha fazla kontrol gerektiren giriş stratejilerinin
tercih edildiğini ortaya koymaktadırlar. Brouthers ve Brouthers (2001: 180)
ise, ortak girişim stratejisinin, yerel ortağın pazar bilgisi katkısından
dolayı kültür farklılıkları arasında bir köprü görevi gördüğünü, bu nedenle
kültürel mesafenin fazla olduğu durumlarda ortakların UOG’leri tercih
ettiklerini belirtmektedirler. Kültürel mesafenin fazla olması yabancı
yatırımcıların yan kuruluş açma cesaretlerini kırmakta, bu nedenle de azınlık
paylı ortak girişimlerin kültürel mesafenin fazla olduğu ülkelere en uygun
giriş stratejisi olduğu ortaya çıkmaktadır.
4.1.Güç Mesafesi
Güç mesafesi bir toplumda gücün adil
olmayan bir şekilde dağılımını toplumun bireylerinin kabul etme derecesidir.
Mulder (1997) güç kavramını “Diğer insanları istenen yönde yöneltme
potansiyeli” olarak tanımlamıştır. Bu anlamda güç mesafesi bireylerin sahip
olduğu güçler arasındaki eşitsizlik derecesi olarak tanımlanmaktadır. Bu
teorinin temelinde gücün kullanılmasının gücü kullanan kişiye tatmin sağladığı
düşüncesi yatmaktadır.
Güç mesafesi bir toplumun bireyleri ve
örgütlerinde gücün eşit olmayan bir biçimde dağılımı ile ilgilidir. Gücün bir
toplumun bireyleri arasında neden olduğu mesafe, o toplumun değerleri ve
normları ölçüsünde gerçekleşmekte ve toplum tarafından benimsenen güç düzeyleri
arasındaki farklılıklar, zaman içerisinde içselleştirilerek,
kurumsallaştırılmaktadır.
Bazı toplumlar ya da kültürlerde gücü az
olan insanlar, gücün eşit olmayan bir biçimde dağılımını kabullenmişlerdir. Bu
tür toplumlarda hiyerarşik açıdan güçlü kişiler haklı olmak için doğruyu bulmak
zorunda değildirler zira haklılıkları sahip oldukları güçten kaynaklanmaktadır.
Gücün neden olduğu farklılıkları en aza
indirmeye çalışan topluluklar, düşük güç mesafesinin söz konusu olduğu kültürü,
gücün benimsendiği ve kurumsallaştığı toplumlar ise, yüksek güç mesafeli
kültürü yansıtmaktadır.
Hofstede‟nin IBM çalışanları üzerinde
gerçekleştirdiği araştırma olduğu görülmektedir (Bakan vd., 2004:82). Yapılan
araştırmada ulusal kültürün örgüt kültürü açısından sonuçları incelenmiş ve
sonuç olarak dört farklı kültür boyutu elde edilmiştir. Kısaca bu boyutlar güç
mesafesi, belirsizlikten kaçınma, bireycilik-toplulukçuluk ve erillik-dişillik
olarak ifade edilebilir (Bakan vd., 2004:82). Güç mesafesi Hofstede
(1994:28)‟ye göre, örgüt üyelerinin statü, zenginlik, yakışıklılık, büyüklük ve
saygınlıktan kaynaklanan gücün eşit olmayan dağılımını kabul etme derecesidir.
Bazı toplum bireyleri gücün eşit olmayan dağılımını olağan karşılarken,
bazıları ise olağan karşılamamakta ve bu eşitsizliğin üstesinden gelmeye
çabalamaktadır (Hatch, 1997:207). Gücün eşit olmayan dağılımını olağan
karşılayan bireylerin güç mesafesi yüksek iken, bu durumun normal olmadığını
düşünen bireylerin güç mesafesi düşük şeklinde ifade edilebilir. Güç mesafesi
düşük olan bireyler ayrıcalıkları ve statü göstergelerini hoş karşılamazken,
güç mesafesi yüksek bireyler tarafından yönetici için ayrıcalıklar beklenir ve
bu durum popülerdir.
4.1.1.Örgütsel Güç Mesafesi
Güç mesafesi ast ve üst arasındaki kabul
edilen ve onların sosyal çevrelerince desteklenen ulusal kültürün boyutunu
belirleyen bir düşüncedir. Güç mesafesi iş görenlerin kendilerini, üstlerinin
onlara olan yaklaşımında hissettikleri rahatlık ya da huzursuzluk derecesini
ifade eder ve güç mesafesi, açık olarak otoritenin yoğunlaşması ile ilgili
kavramdır.
Yüksek derecede güç mesafesinin olduğu
örgütlerde güç, merkezidir. İş görenler verilen emirlere ve beklentilere itaat
ederler. Örgütsel yapı hiyerarşiye dayalıdır ve iş görenler ile yöneticiler
arasındaki ilişki, yönetim tarafından belirlenir
Buna karşın güç mesafesinin düşük olduğu
kültürdeki örgütlerde merkezileşme derecesi düşüktür ve üstlerle astların sahip
oldukları statüler eşit kabul edilmektedir. Güç mesafesinin düşük olduğu
örgütlerde, sosyal eşitliğe dayalı normlar egemen olmaktadır ve politik açıdan insanlar arasında eşitlik teşvik
edilmektedir.
5.Geç Sanayileşme ve Eksik Kurumsallaşma
Her geçen gün gelişen ve yeniden
şekillenmeye devam eden kalkınma iktisadı literatürüne göre, İngiltere’nin
öncülük ettiği Sanayi Devrimi, Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve ardından da
Japonya’yı içine alacak şekilde genişlemiştir. Kıta Avrupası’nda Almanya ve
Rusya, Uzakdoğu’da ise Japonya gibi ülkeler ikinci sanayi devrimini yaşamış ve
iktisadi kalkınma literatürüne ‘geç
kalkınan’ ülkeler olarak geçmiştir (Gerschenkron, 1962). Yüksek yatırım
maliyetlerini üstlenecek finansman kuruluşlarının önemine dikkat çeken
Gerschenkron (1962), eğer finansman konusunda toplumsal yeterlilik varsa geç
gelenlerin, ilk yenilik yapanlara göre çok daha ucuz ve kolay bir biçimde
transfer edilebilecek teknolojilerin ve becerilerin getireceği avantajlardan
yararlanacağına işaret etmektedir. Yabancı teknolojiler ve bunların
uluslararasında yayılmasının önemi, hem Avrupa’nın hem de ABD’nin on dokuzuncu
yüzyıldaki sanayileşmelerinde ve daha da çarpıcı bir biçimde, Japonya’nın
yirminci yüzyıldaki sanayileşmesinde çok iyi bilinen faktörler olarak ifade
edilmektedir.
Geç sanayileşme en basit tanımıyla
sanayileşmiş ülkelerin mevcut olduğu bir dünyada sanayileşmedir. Geç
sanayileşmenin 19. yüzyıldaki en çarpıcı örnekleri Amerika ve Almanya'dır. Bu
yöntemde İngiltere ve Fransa'da kendiliğinden, organik olarak ortaya çıkmış
olan sermaye birikimi, kapitalistleşme ve sanayi kurma süreçleri devletin
yönlendirmesiyle ve desteğiyle başlatılır, dolayısıyla ilk sanayileşen ülkelere
kıyasla çok daha hızlı bir tempoyla ilerler. Bu metodun ayrılmaz bir parçası
korumacılıktır. Henüz kuruluş aşamasındaki bir sanayi sektörü yabancı
ülkelerdeki iyice gelişmiş sanayi sektörlerinin rekabeti karşısında belli bir
süre gümrük duvarlarıyla korunmazsa gelişemeden yok olur.
1960’lardan 1970’lere dek hemen hemen tüm
Üçüncü Dünya ülkelerinde sanayi üretimi hızla artmıştır. Bu artış ve büyüme,
“geç sanayileşen” ülkeler diye adlandırabileceğimiz ve sanayileşmesini kendine
ait bir teknoloji tekelini elde etme rekabetine girmeden gerçekleştiren bir
grup ülkede özellikle hızlı olmuştur.
Geç sanayileşme sürecini anlamak için,
daha önceden sanayileşen ülkelerin tarihini dikkatle incelemek gerekir. ABD’nin
20. yüzyıldaki gelişiminden kaynaklanan Fordist bir model, kurumsal yapısının
tüm zenginliğine rağmen, Üçüncü Dünya ülkelerine uygulandığında yetersiz kalır.
Geç sanayileşen ülkelerdeki kurumlar, ABD’nin ikinci sanayi devrimindeki
kurumlardan çok farklıdır. Fordist modelde tüketim azlığı, ekonomik gelişmenin
önündeki en büyük engel olarak görülür. Oysa Üçüncü Dünya sanayiinin sorunu
etkin bir talep yaratmak değil, üretimi çoğaltmak ve uluslararası bir rekabet doğurmaktır.
Ayrıca, geç sanayileşme, Amerikan Fordizminin önereceği özel girişimciliğe
dayalı modelden çok daha politik bir uygulamadır. Üçüncü Dünya ülkelerinde
devlet, sanayileşmede başarıyla başı çekmektedir.
Geç sanayileşen ülkelerin karşılaştıkları
zorluklar tarihsel süreç içinde şöyle açıklanabilir: 18. yüzyılda İngiltere’de
sanayileşme, “buluşlar” üzerine kuruluydu. Verim artışları, ferdi
işletmecilerin küçük çaplı firmalarda, genelde deneme-yanılma yoluyla, daha iyi
ürünler ve üretim şekilleri bulmak amacıyla yaptıkları araştırmalara
dayanıyordu. 19. yüzyılda ABD ve Almanya’da ise, “buluşların uygulanması”,
yani, bireysel keşiflerin Araştırma-Geliştirme laboratuvarlarında sistematik
olarak problem çözümlerinde kullanılarak “ticarileştirilmesi”yle gerçekleşti.
Modern endüstriyel teşebbüsler küçük çaplı firmaların, anonim şirket
yöneticileri de ferdi işletmecilerin yerini aldı. Böylece, 2. Sanayi Devrimi
Fordizme ilham verdi. Genç sanayileşen ülkelerde gelişmenin temeli teknolojiyi
“dışarıdan almak” ya da “öğrenmek”tir. Buluş ve uygulama nasıl başkalarının
yaptıklarından ders almayı gerektirirse, teknolojiyi “almak” da yaratıcılık
ister. Tarihsel olarak, önde gelen Alman ve Amerikan firmaları önce,
İngiltere’nin yaptıklarını öğrendiler, sonra kimya, elektrik, enerji,
elektrikli aletler, ulaşım ve üretim araçları gibi sektörlerde buluşları
uygulamaya geçirerek İngiltere’yi geçtiler.
Geç sanayileşen ülkelerdeki önde gelen
firmalar teknik ve pazarlama deneyiminden yoksun olduklarından yüksek kalite gerektiren
tek bir pazarda genişleyemezler. Bunun yerine, farklı piyasalara girmeyi tercih
ederler. Ayrıca, dışarıdan sermaye ve teknoloji ithal edebildikleri için, yeni
yatırımcılara hisse senedi vererek finans kaynaklarını dağıtmalarına da gerek
yoktur. Organizasyonun tek bir ailece yönetimiyle, grupta yer alan tüm sanayi
dalları arasında yakın bağlar kurulabilir. Aslında sanayi dallarının geniş bir
bölümüne yayılmışlık ve ona bağlı merkezî koordinasyon, geç sanayileşen
ülkelere büyük bir avantaj ve yeni sanayilere kolayca girme olanağı
sağlayabilir.
Ucuz emek, geç sanayileşmenin temelidir.
Emekçiler, genellikle politik açıdan güçsüz, önceki sanayi devriminde
bilinmeyen bir düzeyde eğitimli ve her zaman “sınırsız” miktarda olmuşlardır.
İşgücünün devlet tarafından disipline sokulması, tüm geç sanayileşenlerde ortak
bir özelliktir. Kısaca, geç sanayileşen ülkeler arasındaki gelişme farkları
emeğe değil, büyük firmalara uygulanan baskıyla açıklanabilir.
6.Bürokrasi
Bilinen en güçlü siyasal yönetim kuramı
olan bürokrasi, ataerkil çağda oluşmuş ve gelişmiştir (Başaran,1984:16). Ancak
çağdaş anlamda bürokratik örgütlenmenin gelişimi Ulusal Devletin gelişmesi ile
aynı paralelde olmuştur. Dolayısıyla bürokrasi çok farklı anlamlarda kullanılan
bir kavramdır.
Bürokrasi kavramı, “dar” ve “geniş”
anlamda olmak üzere iki şekilde ele alınabilir. Dar anlamda bürokrasi, kâr
amacı gütmeyen kamu kurumlarıdır. Buna kısaca “kamu yönetimi”de denebilir.
Geniş anlamda bürokrasi ise, işbölümü ve otorite hiyerarşisine dayalı bir yapı
ile, belirli ilke ve kurallara göre çalışan, profesyonel görevlilerin
oluşturduğu bir örgüt biçimidir (Eryılmaz,1993:34).
Bürokrasi kavramını sistematik bir biçimde
ilk önce inceleyen Alman sosyoloğu Max Weber olmuştur. Weber’e göre,
“bürokrasi” geniş bir alana yayılmış toplumsal fiil ve hareketlerin, rasyonel
ve objektif esaslara uygun olarak düzenlenmesi sürecidir” Belli bir büyüklüğü
aşan ve yüz yüze temasın ortadan kaybolduğu her örgüt, bürokrasi özelliklerini
kazanmaya başlar. Bürokrasi, sadece devlet ve kamu hizmetlerinde söz konusu
olan bir teşkilat değildir. Resmi ve özel tüm büyük çaplı teşkilatları kapsar
(Baransel,1979:165).
Bürokrasi; örgüt üyeleri arasındaki
etkileşimleri etkili bir şekilde kontrol eden bir örgütsel hiyerarşiyi
tasarlayarak temel kuralları hazırlar.
Örgütteki her bir kişinin rolü açıkça belirlenir ve hesap verebilir
durumda tutulurlar. İşgörenlerin ödüllendirilmesi ve cezalandırılmasını öngören
yazılı kurallar yürütme maliyetlerini ve işgörenlerin performansını değerleme
maliyetlerini azaltır. İnsanlara becerilerini geliştirme fırsatı sağlar ve
onları haleflerinin önüne geçirir. Bürokrasi pozisyonu kişiden ayırır.
6.1.Victor A. Thompson ve Büropatoloji
Bürokratik örgüt yapıları ve modern
örgütler üzerinde çalışmalarda bulunan Victor A. Thompson, bürokratik
örgütlerin karakteristik özelliğinden biri olan uzmanlaşma sonucunda, her
üyenin kendi bürosunun önemli ve vazgeçilmez elemanı olarak görüp, gururlanma
yoluna gittiği fikrine ulaşmıştır. Thompson “büropatoloji” olarak tanımladığı bu
tür örgütsel hastalığa yakalanan yöneticilerin uygulamalarında otoriter ve katı
bir yaklaşım gösterdiklerini, iş görenlerini küçük bir performansla örgütün
ancak rutin işlerini yerine getiren ve örgütsel amaçların planlanması ve
başarılmasında fazla önem taşımayan
üyeler olarak gördüklerini ileri sürmüştür.
Bürokratik hastalık olarak adlandırılan
büropatoloji kavramında bürokratik kişilik yani işgörenlerin örgütün
amaçlarından ziyade kurallarla ve kuralların uygulanmasıyla ilgili olmaları,
büyük bürokrasilerde görülen engellenmiş, yüksek formalleşme nedeniyle
bastırılmış iş görenler, yabancılaşmalarını ve güçsüzlüklerini ifade etmek için
sabotajlara, işe gelmemeye, işten ayrılmaya kadar giden bürokratik davranış,
kişisel gelişim ve olgunlaşma fırsatlarını azaltarak, insanlara çocuklarmış
gibi muamele ederek kişisel gelişimi engellemesi, dikey ve yatay şekilde
iletişim kanallarının bozulması, kontrol ve otorite sisteminde bozukluklar gibi
sorunlar ortaya çıkar.
Thompson’a göre bürokratik örgüt yapılarında
büropatolojik hastalıkların yanısıra güvensizlik ve kontrol ihtiyacı, büropatik
tepkiler, yüzeysel itaate sürüklenmeler, ve çok ileri düzeylere ulaşan resmiyet
gibi sorunlar mevcuttur. Thompson’a göre bu yapılarda, yenilgiye karşı direnme,
büronun iyileştirilmesi çalışmalarına karşı durma, örgüt üyelerine karşı
davranışlarda tarafsızlık ve gayrişahsilik ilkelerinin uygulanamaması gibi
sorunlar da söz konusu olmaktadır.
KAYNAKÇA
1- DEMİRAL
Ö. “Küresel Tedarik Ağları ve Yönetim Organizasyon Sorunsalı” Ç.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 26, Sayı 1, 2017, Sayfa 313-326
2- DALGAR
H,. KALKAN A., KALKAN Y. “Ekonomik Krizlerin Gelişmiş ve Gelişmekte Olan
Ülkerdeki İşletmelerin Finansal Yapılarına Etkileri” Süleyman Demirel
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Y.2012, C.17, S.3,
s.75-98.
3- ÖZDEMİR
L. “2008 Küresel Ekonomik Krizinin İşletmeler Üzerindeki Etkileri” Süleyman
Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Y.2012, C.17,
S.3, s.75-98.
4- AKTEL
M. “Küreselleşme Süreci ve Etki Alanları” Süleyman Demirel Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Y.2001, C.6, S.2, s. 193-202.
5- BAYAR
F. “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye”
6- KIVILCIM
F. “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Türkiye
Açısından Değerlendirilmesi” Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt 5, No 1,
2013 ISSN: 1309-8012 (Online)
7- USLU
O., ARDIÇ K. “Güç Mesafesi Örgütsel Güveni Etkiler Mi?” Afyon Kocatepe
Üniversitesi, İİBF Dergisi (C. XV, S. II, 2013)
8- İLHAN
T. “Uluslarası Ortak Girişimlerde Mülkiyet Yapısı: Yönetsel Kontrol
Düzeylerinin ve Kültürel Farklılıkların Etkisi” Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (13)
2007, 122-148
9- “Üçüncü
Dünyada Sanayileşme” New Left Review,
Sayı 182, Temmuz -Ağustos 1990 çev. YILMAZ S.
AYTAR V.
10- ÇELİK
A. “Yönetimin İşleyiş Kanunlarından Parkinson Kanunu ve Peter İlkesi Açısından
Bürokratik Örgütlerde Örgütsel Fonksiyon Bozuklukları” Yüksek Lisans Tezi, s.53