Sayfalar

11 Aralık 2017 Pazartesi

KÜRESELLEŞME, KÜRESELLEŞME SÜRECİ, KÜRESEL KRİZ, KÜRESEL AĞLAR, ULUSAL, KÜLTÜREL MESAFE, GEÇ SANAYİLEŞME, BÜROPATOLOJİ
                                                                                          
     1.Küreselleşme
     Yeni bir sözcük olmasına rağmen eski bir süreci tarif eden (Ellwood, 2002:13) ve dünyanın değişim sürecinin açıklanmasında kullanılan anahtar kavram olan ‘küreselleşme’ konusunda literatür açısından zenginliğine ve akademik çevrelerce ilgisine rağmen ortak bir tanım söz konusu değildir. Küreselleşme üzerine tam ve net bir tanım vermek kolay olmasa da mal, hizmet ve sermayenin artan hareketliliği sonucunda sınır ötesi karşılıklı ekonomik bütünleşme ve ulusal ekonomilerin dünya piyasalarına dahil olma sürecinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan toplum ve devletlerarasındaki iletişimin ve etkileşimin artması ve karşılıklı bağımlı hale gelinmesi olarak ifade edilebilir
     Küreselleşme, pek çok araştırmacı tarafından ekonomik bir kavram olarak görülmektedir. Ancak küreselleşmeyi sadece ekonomik bir temelden görmek anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Çünkü küreselleşmenin sadece ekonomik bir süreç olmadığı, bu sürecin sosyal, kültürel ve politik yönleri de önem taşıdığı görülmektedir.

     1.1.Küreselleşmenin Kısaca Tarihçesi

     Küreselleşme, yeni bir olgu değildir. Küreselleşmenin tarihi farklı coğrafyalarda yaşayan insan toplulukları arasındaki ilişkilerin tesis edildiği zamana kadar uzanmaktadır.
     Bununla beraber, bugün sahip olduğu anlam itibariyle, küreselleşmenin üç evreden geçerek günümüzdeki halini aldığı söylenebilir. Bu evreler şu şekilde sıralanabilir: 19. yüzyılın sonlarından 1914’lere kadar olan dönem, 1914’lerden 1945-50’lere kadar olan dönem ve 1945-50 sonrası dönem.
     19. yüzyılın sonlarından 1914’lere kadar geçen dönemde, küreselleşmenin, özellikle iktisadi anlamda, oldukça ileri bir seviyede olduğu görülmektedir. Bu dönemde, uluslararası ticaretin önündeki engel ve tarifeler yok denecek seviyelere gerilemiş, ulaşım maliyetleri ve uluslararası alanda kişilerin serbest dolaşımı önündeki kısıtlamalar en düşük seviyelere inmiştir.
     Küreselleşme lehinde gelişen bu hava, 1914’lerden 1945-50’lere kadar süren evre içerisinde ise tersine dönmüştür. I. Dünya Savaşı ile başlayan, Büyük Bunalım ile devam eden ve II. Dünya Savaşı’nın bitmesi ile sona eren bu dönem, küreselleşme dinamiklerinin ciddi bir biçimde sekteye uğradığı bir dönemdir. Siyasi anlamda aşırı milliyetçilik, iktisadi anlamda korumacılık ve kendi kendine yeterlilik türündeki eğilimler bu dönemin tipik özellikleridir.
     1945-50 sonrası dönemde ve özellikle 1980 sonrasında ise küreselleşme büyük bir ivme kazanarak benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Bu durumun türlü nedenleri mevcuttur. Ekonomik anlamda, uluslararası ticaret hacmi ve uluslararası sermaye akımlarının hızı daha önceden eşi görülmemiş seviyelere erişmiş, küresel üretim süreçleri büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Ayrıca, teknolojik anlamda, bu dönemde, yerkürenin hemen her kesimini etkisi altına alan bir iletişim devrimi yaşanmıştır.

     1.2.Küreselleşmenin Süreçleri

     1.2.1.Küreselleşmenin Ekonomik Süreci

     Birçok düşünürün şıkça belirttiği görüşe göre küreselleşme gücünü ve hâkimiyetini ekonominin işleyişinden yani ekonomik yasalardan aldığı yönündedir. Bu düşünceye göre küreselleşmenin birinci süreci ekonomiktir. (Sağlam,2007: 7)
     Ekonomik küreselleşme, genel anlamda dünyanın tek bir pazarda bütünleşmesini ifade eder. Bir başka deyişle ekonomik küreselleşme, ülkeler arasında mal, sermaye ve emek akışkanlığının artması sonucu ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesi, dünya ölçeğinde karşılıklı etkileşimlerin yoğunlaşması ve yaygınlaşması olarak ifade edilmektedir. (Fischer,2003:2)
     Ekonomik küreselleşme sürecinde yaşanan en önemli gelişmelerden biri, yoğunlaşan ticari faaliyetler nedeniyle ülkelerarası karşılıklı bağımlılığın, işbirliğinin ve benzerliğin artmasıdır. Ticaret bağlantıları arttıkça da ulusal ilişkiler değişmekte, uluslararası tercihler gelişmekte, yaygınlaşmakta hatta mecburiyete dönüşmektedir.(Aslan,2005:13)

     1.2.2.Küreselleşmenin Siyasal Süreci

     Siyasi küreselleşme, esas itibariyle, günümüz dünyasında siyasi güç, otorite ve yönetim biçimlerindeki yapısal dönüşüm olarak tanımlanabilir. Günümüzde, nüfuz alanını tüm dünya olarak kabul eden “küresel siyaset” anlayışının giderek güçlendiği görülmektedir. Bu durum, geleneksel siyaset anlayışından farklı bir yapıyı yansıtmakta, küreselleşmenin çok aktörlü yapısına işaret etmektedir. Bir başka deyişle, “küresel siyaset”, söz konusu yapının dört temel aktörü olan ulus devlet, devletler üstü kurumlar, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının karşılıklı etkileşimi sonucunda şekillenmektedir. Ulus devlet, bu süreçte temel birim olarak faaliyet göstermeye devam etmekte, ancak yetki ve manevra alanları belirli ölçülerde kısıtlanmaktadır

     1.2.3.Küreselleşmenin Teknolojik ve İletişimsel Süreci

     Çağdaş küreselleşmenin en önemli tetikleyicilerinden biri de özellikle son dönemde artan bir hızla gelişen iletişim devrimine ilişkindir. Literatürde, “üçüncü sanayi devrimi” olarak da adlandırılan bu devrimin özellikleri arasında veri iletiminde mikroişlemciden ve uydu teknolojilerinden faydalanılması, bilginin saklanması, depolanması, işlenmesi ve iletilmesinde dijital ortamlardan yararlanılması ve iletişim araçlarının üretim ve kullanım maliyetlerindeki radikal düşüş seyri sıralanabilir.


     1.2.4.Küreselleşmenin Kültürel Süreci

     Küreselleşmenin kültürel yönü, toplumların karşılıklı iletişim ve etkileşiminin sürekli olarak artması ile açıklanabilir. Bunun yanında, yurttaşlık kimliği gibi genel kimlik yapılarının yerini farklı etnik, dinsel, sosyal ve siyasal kimlikler almaya başlamıştır. Bunun yanında tüketim ve popüler kültür gibi etkenlerle de toplumların birbirine benzeme süreci söz konusudur. Dünyanın hemen her yerinde ABD bayrağı taşıyan T-shirtler, İngilizcenin küresel dil hale gelmesi, aynı müziklerin dinlenmesi gibi olgular, kültürel açından bir küreselleşmenin yaşandığını da göstermektedir. (Köse,2003:3-4),(Sağlam,2007:8-9) İşte bu ve benzeri koşullar küreselleşmenin toplumsal ve kültürel anlamda da kendisini göstermeye başladığının kanıtıdır.

     2.Küresel Kriz

     Kriz; genel olarak herhangi bir mal, hizmet, üretim faktörü veya finans piyasasındaki fiyat ve miktarlarda kabul edilebilir bir değişme sınırının ötesinde gerçekleşen şiddetli dalgalanmaları ifade etmektedir. (Kibritçioğlu, 2001:1). Ekonomik anlamda kriz, mevcut makro dengeleri bozarak ekonominin mikro birimlerinde zararlara neden olan bir olaydır. (Aktan ve Şen, 2002:3). Ekonomik kriz, birçok nedenleri olabilen karmaşık bir olgudur. Krizin olası nedenlerinin arasında piyasanın kötü işlemesinin dışında fazla iyi işlemesi gibi aksaklıklara bağlı olmayan sorunlar da söz konusu olabilmektedir (Akman, 2010:185).

     2.1.2008 Küresel Ekonomik Kriz

     Birçok ekonomiste göre, 1929’larda yaşanan Büyük Buhrandan beri görülmüş en kötü finansal krizdir. Bu kriz yüzünden, çok önemli iş kolları batmış, tüketicilerin serveti trilyonlarca dolar azalmış, hükümetler büyük taahhütlere girmişler ve ekonomik faaliyet önemli ölçüde azalmıştır (Baily ve Elliott, 2009).
     2008 yılında başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz, başlangıçta finans sektöründe görülse de yılın sonunda reel kesime de yansımıştır. ABD’de yaşanan kriz başta AB ülkeleri olmak üzere ABD ile ilişkisi olan tüm dünya ülkelerini etkilemiş, bunun sonucu olarak büyük şirketler özellikle de bankacılık ve finans kuruluşları art arda zarar etmişlerdir. Bundan dolayı işsizlik artmış ve halkın alım gücü düşmüştür.
     Krizden önce yıllar boyu, düşük faiz oranları ve büyük miktarda yabancı fon girişi kredi koşullarını kolaylaştırmıştı. Bu nedenle, konut inşaatında büyük bir artış meydana gelmiş ve borca dayalı tüketim teşvik edilmişti.
     2006 yılı sonlarında ABD’de başlayan haciz salgını, tüketicilerin servetlerini emerek bankaların finansal güçlerini sarsmaya halen devam etmektedir. Kriz başlangıçta sistemik bir bankacılık krizi olarak görüldüğünden dolayı hafife alınmış ve bankacılık sektörüne yönelik alınacak önlemler ile sorunun aşılacağı düşünülmüştür. Ancak 2009 yılına girilirken, krizin konut piyasasından diğer sektörlere de sıçramasıyla, krizin bankacılık krizi ile sınırlı olmadığı, tıpkı 1929 krizi gibi finansal krizin talep krizine dönüştüğü görüldü (Balı ve Büyükşalvarcı, 2011:199).

     3.Küresel Ağlar

     Ülkelerin sosyal, siyasi ve ekonomik bakımdan entegrasyonunu ifade eden küreselleşme paradigması, iletişim, taşıma ve ulaştırma teknolojilerindeki hızlı gelişmelerin de etkisiyle, küresel iş ortamını dinamik bir yapıda sürekli dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, 1960’lı yıllarla birlikte geleneksel işletmecilik anlayışını da değiştirmeye başlamıştır. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerdeki işletmelerin karşılıklı iş ilişkileri sayesinde yakınlaştıran bu süreçte, özellikle 1980’lerden sonra artan çok uluslu işletme faaliyetleri belirleyici olmaktadır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise, çok sayıda mal ve hizmetin, üretiminden tüketime ve geri dönüşümüne kadar tüm aşamalarının, farklı ülke ve piyasalardaki işletmelerin değişen oranlarda katkılarıyla biçimlendiği görülmektedir (Ashkenas vd., 2002; Mcdonald ve Burton, 2002; Louisot ve Ketcham, 2014).
     1980’lerin ortalarında, bazı gelişmiş ülkelerdeki geniş üretim kapasitelerine ve etkin yönetim yapılarına sahip büyük işletmeler, üretim süreçlerinin özellikle emek yoğun aşamalarını, ucuz iş gücüne sahip diğer bölge ülkelerindeki yerel işletmelere taşıyarak ‘bölgesel’ tedarik ağlarını oluşturmuşlardır. Bu bölgesel yapı, 1990’larla birlikte küresel bir eğilime dönüşmüştür. Böylece küresel piyasalarda yer alan bir mal ya da hizmetin çok sayıda ülkedeki işletmeler tarafından üretilmesi ve bu işletmelerin, üretim süreçlerinin farklı aşamalarında faaliyet göstermesi biçiminde yeni bir dönüşüm yaşanmıştır.

     4.Kültürel Mesafe

     Köken ülke ve ev sahibi ülke arasındaki kültürel mesafe Uluslararası Ortak Girişimlerde ve ana işletmeler arasındaki bütünleşme türünü tanımlamakta ve Uluslararası Ortak Girişimlerde benimsenen kontrol stratejilerini etkileyebilmektedir. Padmanabbahan ve Cho (1999)’nün toplumsal kültürün çokuluslu işletmelerin pazara giriş stratejileri ve mülkiyet yapıları üzerindeki etkilerini inceledikleri çalışmalarında, kültürel mesafenin fazla olduğu koşullarda, daha fazla kontrol gerektiren giriş stratejilerinin tercih edildiğini ortaya koymaktadırlar. Brouthers ve Brouthers (2001: 180) ise, ortak girişim stratejisinin, yerel ortağın pazar bilgisi katkısından dolayı kültür farklılıkları arasında bir köprü görevi gördüğünü, bu nedenle kültürel mesafenin fazla olduğu durumlarda ortakların UOG’leri tercih ettiklerini belirtmektedirler. Kültürel mesafenin fazla olması yabancı yatırımcıların yan kuruluş açma cesaretlerini kırmakta, bu nedenle de azınlık paylı ortak girişimlerin kültürel mesafenin fazla olduğu ülkelere en uygun giriş stratejisi olduğu ortaya çıkmaktadır.

     4.1.Güç Mesafesi

     Güç mesafesi bir toplumda gücün adil olmayan bir şekilde dağılımını toplumun bireylerinin kabul etme derecesidir. Mulder (1997) güç kavramını “Diğer insanları istenen yönde yöneltme potansiyeli” olarak tanımlamıştır. Bu anlamda güç mesafesi bireylerin sahip olduğu güçler arasındaki eşitsizlik derecesi olarak tanımlanmaktadır. Bu teorinin temelinde gücün kullanılmasının gücü kullanan kişiye tatmin sağladığı düşüncesi yatmaktadır.
     Güç mesafesi bir toplumun bireyleri ve örgütlerinde gücün eşit olmayan bir biçimde dağılımı ile ilgilidir. Gücün bir toplumun bireyleri arasında neden olduğu mesafe, o toplumun değerleri ve normları ölçüsünde gerçekleşmekte ve toplum tarafından benimsenen güç düzeyleri arasındaki farklılıklar, zaman içerisinde içselleştirilerek, kurumsallaştırılmaktadır.
     Bazı toplumlar ya da kültürlerde gücü az olan insanlar, gücün eşit olmayan bir biçimde dağılımını kabullenmişlerdir. Bu tür toplumlarda hiyerarşik açıdan güçlü kişiler haklı olmak için doğruyu bulmak zorunda değildirler zira haklılıkları sahip oldukları güçten kaynaklanmaktadır.
     Gücün neden olduğu farklılıkları en aza indirmeye çalışan topluluklar, düşük güç mesafesinin söz konusu olduğu kültürü, gücün benimsendiği ve kurumsallaştığı toplumlar ise, yüksek güç mesafeli kültürü yansıtmaktadır.
     Hofstede‟nin IBM çalışanları üzerinde gerçekleştirdiği araştırma olduğu görülmektedir (Bakan vd., 2004:82). Yapılan araştırmada ulusal kültürün örgüt kültürü açısından sonuçları incelenmiş ve sonuç olarak dört farklı kültür boyutu elde edilmiştir. Kısaca bu boyutlar güç mesafesi, belirsizlikten kaçınma, bireycilik-toplulukçuluk ve erillik-dişillik olarak ifade edilebilir (Bakan vd., 2004:82). Güç mesafesi Hofstede (1994:28)‟ye göre, örgüt üyelerinin statü, zenginlik, yakışıklılık, büyüklük ve saygınlıktan kaynaklanan gücün eşit olmayan dağılımını kabul etme derecesidir. Bazı toplum bireyleri gücün eşit olmayan dağılımını olağan karşılarken, bazıları ise olağan karşılamamakta ve bu eşitsizliğin üstesinden gelmeye çabalamaktadır (Hatch, 1997:207). Gücün eşit olmayan dağılımını olağan karşılayan bireylerin güç mesafesi yüksek iken, bu durumun normal olmadığını düşünen bireylerin güç mesafesi düşük şeklinde ifade edilebilir. Güç mesafesi düşük olan bireyler ayrıcalıkları ve statü göstergelerini hoş karşılamazken, güç mesafesi yüksek bireyler tarafından yönetici için ayrıcalıklar beklenir ve bu durum popülerdir.

     4.1.1.Örgütsel Güç Mesafesi

     Güç mesafesi ast ve üst arasındaki kabul edilen ve onların sosyal çevrelerince desteklenen ulusal kültürün boyutunu belirleyen bir düşüncedir. Güç mesafesi iş görenlerin kendilerini, üstlerinin onlara olan yaklaşımında hissettikleri rahatlık ya da huzursuzluk derecesini ifade eder ve güç mesafesi, açık olarak otoritenin yoğunlaşması ile ilgili kavramdır.
     Yüksek derecede güç mesafesinin olduğu örgütlerde güç, merkezidir. İş görenler verilen emirlere ve beklentilere itaat ederler. Örgütsel yapı hiyerarşiye dayalıdır ve iş görenler ile yöneticiler arasındaki ilişki, yönetim tarafından belirlenir
     Buna karşın güç mesafesinin düşük olduğu kültürdeki örgütlerde merkezileşme derecesi düşüktür ve üstlerle astların sahip oldukları statüler eşit kabul edilmektedir. Güç mesafesinin düşük olduğu örgütlerde, sosyal eşitliğe dayalı normlar egemen olmaktadır ve politik açıdan insanlar arasında eşitlik teşvik edilmektedir.

     5.Geç Sanayileşme ve Eksik Kurumsallaşma
      Her geçen gün gelişen ve yeniden şekillenmeye devam eden kalkınma iktisadı literatürüne göre, İngiltere’nin öncülük ettiği Sanayi Devrimi, Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve ardından da Japonya’yı içine alacak şekilde genişlemiştir. Kıta Avrupası’nda Almanya ve Rusya, Uzakdoğu’da ise Japonya gibi ülkeler ikinci sanayi devrimini yaşamış ve iktisadi kalkınma  literatürüne ‘geç kalkınan’ ülkeler olarak geçmiştir (Gerschenkron, 1962). Yüksek yatırım maliyetlerini üstlenecek finansman kuruluşlarının önemine dikkat çeken Gerschenkron (1962), eğer finansman konusunda toplumsal yeterlilik varsa geç gelenlerin, ilk yenilik yapanlara göre çok daha ucuz ve kolay bir biçimde transfer edilebilecek teknolojilerin ve becerilerin getireceği avantajlardan yararlanacağına işaret etmektedir. Yabancı teknolojiler ve bunların uluslararasında yayılmasının önemi, hem Avrupa’nın hem de ABD’nin on dokuzuncu yüzyıldaki sanayileşmelerinde ve daha da çarpıcı bir biçimde, Japonya’nın yirminci yüzyıldaki sanayileşmesinde çok iyi bilinen faktörler olarak ifade edilmektedir.
     Geç sanayileşme en basit tanımıyla sanayileşmiş ülkelerin mevcut olduğu bir dünyada sanayileşmedir. Geç sanayileşmenin 19. yüzyıldaki en çarpıcı örnekleri Amerika ve Almanya'dır. Bu yöntemde İngiltere ve Fransa'da kendiliğinden, organik olarak ortaya çıkmış olan sermaye birikimi, kapitalistleşme ve sanayi kurma süreçleri devletin yönlendirmesiyle ve desteğiyle başlatılır, dolayısıyla ilk sanayileşen ülkelere kıyasla çok daha hızlı bir tempoyla ilerler. Bu metodun ayrılmaz bir parçası korumacılıktır. Henüz kuruluş aşamasındaki bir sanayi sektörü yabancı ülkelerdeki iyice gelişmiş sanayi sektörlerinin rekabeti karşısında belli bir süre gümrük duvarlarıyla korunmazsa gelişemeden yok olur.
     1960’lardan 1970’lere dek hemen hemen tüm Üçüncü Dünya ülkelerinde sanayi üretimi hızla artmıştır. Bu artış ve büyüme, “geç sanayileşen” ülkeler diye adlandırabileceğimiz ve sanayileşmesini kendine ait bir teknoloji tekelini elde etme rekabetine girmeden gerçekleştiren bir grup ülkede özellikle hızlı olmuştur.
     Geç sanayileşme sürecini anlamak için, daha önceden sanayileşen ülkelerin tarihini dikkatle incelemek gerekir. ABD’nin 20. yüzyıldaki gelişiminden kaynaklanan Fordist bir model, kurumsal yapısının tüm zenginliğine rağmen, Üçüncü Dünya ülkelerine uygulandığında yetersiz kalır. Geç sanayileşen ülkelerdeki kurumlar, ABD’nin ikinci sanayi devrimindeki kurumlardan çok farklıdır. Fordist modelde tüketim azlığı, ekonomik gelişmenin önündeki en büyük engel olarak görülür. Oysa Üçüncü Dünya sanayiinin sorunu etkin bir talep yaratmak değil, üretimi çoğaltmak ve uluslararası bir rekabet doğurmaktır. Ayrıca, geç sanayileşme, Amerikan Fordizminin önereceği özel girişimciliğe dayalı modelden çok daha politik bir uygulamadır. Üçüncü Dünya ülkelerinde devlet, sanayileşmede başarıyla başı çekmektedir. 
     Geç sanayileşen ülkelerin karşılaştıkları zorluklar tarihsel süreç içinde şöyle açıklanabilir: 18. yüzyılda İngiltere’de sanayileşme, “buluşlar” üzerine kuruluydu. Verim artışları, ferdi işletmecilerin küçük çaplı firmalarda, genelde deneme-yanılma yoluyla, daha iyi ürünler ve üretim şekilleri bulmak amacıyla yaptıkları araştırmalara dayanıyordu. 19. yüzyılda ABD ve Almanya’da ise, “buluşların uygulanması”, yani, bireysel keşiflerin Araştırma-Geliştirme laboratuvarlarında sistematik olarak problem çözümlerinde kullanılarak “ticarileştirilmesi”yle gerçekleşti. Modern endüstriyel teşebbüsler küçük çaplı firmaların, anonim şirket yöneticileri de ferdi işletmecilerin yerini aldı. Böylece, 2. Sanayi Devrimi Fordizme ilham verdi. Genç sanayileşen ülkelerde gelişmenin temeli teknolojiyi “dışarıdan almak” ya da “öğrenmek”tir. Buluş ve uygulama nasıl başkalarının yaptıklarından ders almayı gerektirirse, teknolojiyi “almak” da yaratıcılık ister. Tarihsel olarak, önde gelen Alman ve Amerikan firmaları önce, İngiltere’nin yaptıklarını öğrendiler, sonra kimya, elektrik, enerji, elektrikli aletler, ulaşım ve üretim araçları gibi sektörlerde buluşları uygulamaya geçirerek İngiltere’yi geçtiler.
     Geç sanayileşen ülkelerdeki önde gelen firmalar teknik ve pazarlama deneyiminden yoksun olduklarından yüksek kalite gerektiren tek bir pazarda genişleyemezler. Bunun yerine, farklı piyasalara girmeyi tercih ederler. Ayrıca, dışarıdan sermaye ve teknoloji ithal edebildikleri için, yeni yatırımcılara hisse senedi vererek finans kaynaklarını dağıtmalarına da gerek yoktur. Organizasyonun tek bir ailece yönetimiyle, grupta yer alan tüm sanayi dalları arasında yakın bağlar kurulabilir. Aslında sanayi dallarının geniş bir bölümüne yayılmışlık ve ona bağlı merkezî koordinasyon, geç sanayileşen ülkelere büyük bir avantaj ve yeni sanayilere kolayca girme olanağı sağlayabilir.
     Ucuz emek, geç sanayileşmenin temelidir. Emekçiler, genellikle politik açıdan güçsüz, önceki sanayi devriminde bilinmeyen bir düzeyde eğitimli ve her zaman “sınırsız” miktarda olmuşlardır. İşgücünün devlet tarafından disipline sokulması, tüm geç sanayileşenlerde ortak bir özelliktir. Kısaca, geç sanayileşen ülkeler arasındaki gelişme farkları emeğe değil, büyük firmalara uygulanan baskıyla açıklanabilir.

     6.Bürokrasi

     Bilinen en güçlü siyasal yönetim kuramı olan bürokrasi, ataerkil çağda oluşmuş ve gelişmiştir (Başaran,1984:16). Ancak çağdaş anlamda bürokratik örgütlenmenin gelişimi Ulusal Devletin gelişmesi ile aynı paralelde olmuştur. Dolayısıyla bürokrasi çok farklı anlamlarda kullanılan bir kavramdır.
     Bürokrasi kavramı, “dar” ve “geniş” anlamda olmak üzere iki şekilde ele alınabilir. Dar anlamda bürokrasi, kâr amacı gütmeyen kamu kurumlarıdır. Buna kısaca “kamu yönetimi”de denebilir. Geniş anlamda bürokrasi ise, işbölümü ve otorite hiyerarşisine dayalı bir yapı ile, belirli ilke ve kurallara göre çalışan, profesyonel görevlilerin oluşturduğu bir örgüt biçimidir (Eryılmaz,1993:34).
     Bürokrasi kavramını sistematik bir biçimde ilk önce inceleyen Alman sosyoloğu Max Weber olmuştur. Weber’e göre, “bürokrasi” geniş bir alana yayılmış toplumsal fiil ve hareketlerin, rasyonel ve objektif esaslara uygun olarak düzenlenmesi sürecidir” Belli bir büyüklüğü aşan ve yüz yüze temasın ortadan kaybolduğu her örgüt, bürokrasi özelliklerini kazanmaya başlar. Bürokrasi, sadece devlet ve kamu hizmetlerinde söz konusu olan bir teşkilat değildir. Resmi ve özel tüm büyük çaplı teşkilatları kapsar (Baransel,1979:165).
     Bürokrasi; örgüt üyeleri arasındaki etkileşimleri etkili bir şekilde kontrol eden bir örgütsel hiyerarşiyi tasarlayarak temel kuralları hazırlar.  Örgütteki her bir kişinin rolü açıkça belirlenir ve hesap verebilir durumda tutulurlar. İşgörenlerin ödüllendirilmesi ve cezalandırılmasını öngören yazılı kurallar yürütme maliyetlerini ve işgörenlerin performansını değerleme maliyetlerini azaltır. İnsanlara becerilerini geliştirme fırsatı sağlar ve onları haleflerinin önüne geçirir. Bürokrasi pozisyonu kişiden ayırır.

     6.1.Victor A. Thompson ve Büropatoloji
     Bürokratik örgüt yapıları ve modern örgütler üzerinde çalışmalarda bulunan Victor A. Thompson, bürokratik örgütlerin karakteristik özelliğinden biri olan uzmanlaşma sonucunda, her üyenin kendi bürosunun önemli ve vazgeçilmez elemanı olarak görüp, gururlanma yoluna gittiği fikrine ulaşmıştır. Thompson “büropatoloji” olarak tanımladığı bu tür örgütsel hastalığa yakalanan yöneticilerin uygulamalarında otoriter ve katı bir yaklaşım gösterdiklerini, iş görenlerini küçük bir performansla örgütün ancak rutin işlerini yerine getiren ve örgütsel amaçların planlanması ve başarılmasında fazla önem taşımayan üyeler olarak gördüklerini ileri sürmüştür.
    Bürokratik hastalık olarak adlandırılan büropatoloji kavramında bürokratik kişilik yani işgörenlerin örgütün amaçlarından ziyade kurallarla ve kuralların uygulanmasıyla ilgili olmaları, büyük bürokrasilerde görülen engellenmiş, yüksek formalleşme nedeniyle bastırılmış iş görenler, yabancılaşmalarını ve güçsüzlüklerini ifade etmek için sabotajlara, işe gelmemeye, işten ayrılmaya kadar giden bürokratik davranış, kişisel gelişim ve olgunlaşma fırsatlarını azaltarak, insanlara çocuklarmış gibi muamele ederek kişisel gelişimi engellemesi, dikey ve yatay şekilde iletişim kanallarının bozulması, kontrol ve otorite sisteminde bozukluklar gibi sorunlar ortaya çıkar.
     Thompson’a göre bürokratik örgüt yapılarında büropatolojik hastalıkların yanısıra güvensizlik ve kontrol ihtiyacı, büropatik tepkiler, yüzeysel itaate sürüklenmeler, ve çok ileri düzeylere ulaşan resmiyet gibi sorunlar mevcuttur. Thompson’a göre bu yapılarda, yenilgiye karşı direnme, büronun iyileştirilmesi çalışmalarına karşı durma, örgüt üyelerine karşı davranışlarda tarafsızlık ve gayrişahsilik ilkelerinin uygulanamaması gibi sorunlar da söz konusu olmaktadır.




   










      KAYNAKÇA
1-      DEMİRAL Ö. “Küresel Tedarik Ağları ve Yönetim Organizasyon Sorunsalı” Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 26, Sayı 1, 2017, Sayfa 313-326
2-      DALGAR H,. KALKAN A., KALKAN Y. “Ekonomik Krizlerin Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkerdeki İşletmelerin Finansal Yapılarına Etkileri” Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Y.2012, C.17, S.3, s.75-98.
3-      ÖZDEMİR L. “2008 Küresel Ekonomik Krizinin İşletmeler Üzerindeki Etkileri” Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Y.2012, C.17, S.3, s.75-98.
4-      AKTEL M. “Küreselleşme Süreci ve Etki Alanları” Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Y.2001, C.6, S.2, s. 193-202.
5-      BAYAR F. “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye”
6-      KIVILCIM F. “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Türkiye Açısından Değerlendirilmesi” Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt 5, No 1, 2013 ISSN: 1309-8012 (Online)
7-      USLU O., ARDIÇ K. “Güç Mesafesi Örgütsel Güveni Etkiler Mi?” Afyon Kocatepe Üniversitesi, İİBF Dergisi (C. XV, S. II, 2013)
8-      İLHAN T. “Uluslarası Ortak Girişimlerde Mülkiyet Yapısı: Yönetsel Kontrol Düzeylerinin ve Kültürel Farklılıkların Etkisi” Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (13) 2007, 122-148
9-      “Üçüncü Dünyada Sanayileşme”  New Left Review, Sayı 182, Temmuz -Ağustos 1990 çev. YILMAZ S.  AYTAR V.

10-  ÇELİK A. “Yönetimin İşleyiş Kanunlarından Parkinson Kanunu ve Peter İlkesi Açısından Bürokratik Örgütlerde Örgütsel Fonksiyon Bozuklukları” Yüksek Lisans Tezi, s.53

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder